Yücetepe
Öykü

Bir Ada Macerası

Serkan’la Büyükada’da tanıştık. Mistik biri değilimdir ama tesadüfleri önemserim. Sonuçta bence hayat tesadüflerin sıralanmış hali. Ve bazen bu tesadüfler bize inanılmaz dersler veriyor!

Bir 23 Nisan günü dilek dilemek üzere iki kız arkadaşımla birlikte Büyükada’ya gitme planı yaptık. Arkadaşım Seher’in dediğine göre tombulca bir makara ipi, tepenin aşağısından başlayıp sala sala sessizce yukarıya tırmanan kişilerin dileği istisnasız kabul oluyordu. İnanmak serbestti. Yapmak da!

O gün, iki bekâr kız aldık birer makara, ipin ucunu yatık bir ağacın gövdesine bağlayıp Yücetepe’ye sessizce tırmandık.  Üç kilometreye yakın bir yoldu. Konuşacak ve kaynatacak onca konu varken sessiz kalmayı becerebilmek, dileklerimizin yangınına işaret ediyordu.

İtiraf ediyorum, en büyük dileğim, ciddi bir erkek arkadaş edinmekti! Ciddi derken yani ileriye dönük bir ciddiyetten bahsediyorum. Birisi tarafından arzulanmak, hayatına dâhil olmak, aile kurmak.

Aslında birçok genç kadın böyle şeyler için çokça dilek tutar, kimi bunu gizler, kimi açık eder. Kadınların bu tür “emek dolu” girişimlerinin arkasında yatan niyetleri çoğunlukla bu minvaldir: Sevmek, sevilmek,  kendi evini kurmak ve mümkünse geleceğe kalmak yani çocuk yapmak.

Karşıma, uzun süredir kafama göre biri çıkmamıştı. Çevremdeki bütün kız arkadaşlarım sözbirliği etmiş gibi evleniyordu. Benim ne eksiğim vardı? Aslında eksiğim değil de… fazlam vardı biliyordum. Biraz kiloluydum, yemeyi içmeyi seviyordum. Ama abartı bir kilom da yoktu. Belki biraz fazlaca etine dolgun denen türdendim. Yine de kendinden doğal sarı saçlarım, okyanus rengi gözlerim ve hokka burnum vardı, aslında detayda gayet iyi idare ediyordum.  

Çıktığımız tepenin bitiminde, soğuk birası bulunan ve güzel köfte yapan bir yer vardı. Nefes nefese enfes manzaraya erdiğimiz dakikalarda karşılıklı kahkahalar atan bir grupla karşılaştık. Seher koştu birinin yanına gitti. Adamın adı Serkan’dı ve Seher’in abisinin arkadaşıydı. Seher Serkan’la öpüştü ve ardından bizi tanıştırdı. Neşeli grup bizi masalarına davet etti. Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz misali daveti kabul ettik. Masa, adanın denize nazır koylarından birine bakan bir tentenin altında iri gövdeli yatık bir ağacın hemen yanındaydı. Birden adada gövdesi yatık ne kadar çok ağaç olduğunu düşündüm. İpi bağladığım ağaç da böyle değil miydi?

 Onlar biz vardığımızda zaten çakır keyifken bizimle beraber iyice coştular. Yedik içtik güldük, sonra gün bitti. Çıktığımız yolu, yokuş aşağı inmek kolaydı. Serkan bana özel bir ilgi gösterdi. Bunu neye borçlu olduğumu bilmiyordum ama dileğe borçlu olduğumu düşünmek iyi geliyordu. Vapura kadar konuşa konuşa yürüdük. Herkes halinden memnundu.

Bir dilek bu kadar çabuk kabul olunur muydu? Fakat oldu. Bir mucize oldu ve bir sene sonra Serkan’la nişanlandık. Tabii hiçbir şey birdenbire gelişmedi ama olması gerekenler olması gereken sırada oldu.

Düğünümüze iki ay vardı. Hava yeni ısınmıştı. Bir nisan günü müstakbel nişanlımla adaya gitmeye karar verdik. Onunla tanıştığımız yere gönül borcum vardı. Tıpkı bir katilin cinayet işlediği yeri ziyaret etmesi gibi ben de aynı dönemde adayı ziyaret ederek minnet borcumu böylelikle ödeyecektim.

O sabah Serkan’la, Kabataş İskelesi’nde buluşacaktık. Minibüsten inip uzaktan siluetini hemen seçiverdim. Sinirli sinirli bir ileri bir geri yürüyor, telefonuna sık sık bakıp duruyordu. Saatime baktım. Geç kalmamıştım. Başka bir sorunu vardı muhtemelen. Aslında adaya gitmek için şehir hatlarını tercih etmeme rağmen Mavi Marmara Serkan’ın evine daha yakın olduğu için her zamanki gibi öncelik ve uygunluk ona göre ayarlanmıştı. Serkan önce biraz söylense de o gün sırf bu ziyaret için işinden izin aldı. Hafta sonu adaya gidilmeyeceğini o da biliyordu.

“Geç mi kaldım?”

“Hayır, ama hafta içi bu kadar kalabalık olacağı aklıma gelmezdi,” dedi.

Kalkışa on dakika vardı, “Oturalım mı?” diyerek hasır tabureleri işaret ettim.

Serkan önce önümüzde çoğalan kuyruğa sonra benim gösterdiğim kafenin taburelerine baktı.

İsteksizce, “Peki,” dedi.

O sırada telefonu çaldı. Arayan iş yerinden bir kızdı, “Efendim Arzu,” hitabından kim olduğunu hemen anladım.

Sevkiyatlarla ilgili bir konuda konuşmaya başladılar. Serkan sabah kahvaltı etmezdi sormama gerek yoktu. Hemen yandaki büfeden kendime çay ve poğaça aldım. Poğaça sıcacıktı. Sabah evden yetişememe korkusuyla aç çıkmıştım. Serkan hararetli konuşmasına devam ederken ben çayıma ve poğaçama yumuldum. O sırada küçük bir kedi yanıma geldi, bacağıma sürtündü. Poğaçamdan küçük peynirli bir parça uzattım.

Serkan telefonu sinirle kapattı ve söylenmeye başladı:

“Bir işi tek başlarına yapamazlar!”

Cevap vermedim. Serkan, parlardı sonra da sönerdi. Poğaçayı kediyle paylaşarak yiyor, çayımı yudumlamaya devam ediyordum.

“Bu iştahla gelinliğe sığamayacaksın Duygu,” diyerek elimdeki poğaçayı işaret etti.

Lokmalar boğazımda düğümlendi. Kedicik bana bakıyordu. Poğaçayı ufalayıp hemen ihtiyaç sahibine takdim ettim. Haklıydı Serkan, farkında olmadan kilo alabilirdim. Hem düğün kapıdaydı, böyle fütursuzca karbonhidrat yemeler filan da neydi?

Serkan gittikçe artan kalabalıktan yer bulamayacağımızı söyleyerek beni oturduğumuz taburelerden kaldırdı. Oysa sıra çoktan üremişti.

Ortadoğu ülkelerinin hangi milliyetten olduğu belirsiz insanları erken gelen baharı, bizim çalışmaktan fırsat bulup gidemediğimiz Büyükada’da kutlamaya karar vermişler ve bilet gişesinin yanında bir ordu gibi dizilmişlerdi. Ben köşede insanca oturup bekleyerek önümde dikilen kalabalığa ekâbir bir varoluş sergilemiştim –yani sanırım… Sona kalan dona kalırdı.

Serkan kolumdan hışımla çekti, durduğumuz yerden, bir anda sıranın en önüne terfi ettik.

“Ne yaptın?” dedim ardından ”ay dövecekler bizi…” diye ekledim. Korkmuştum!

“Bırak şunları ya… yanımda dur,” dedi bana sert sert.

Arkamızda duran birkaç kötü bakış ve homurtuya, dik bakışlarıyla karşılık veren Serkan, istifini bozmadan geçiş yerindeki adama biletlerimizi verdi ve gemiye doğru yürüdük. Utancımdan gözlerimi yerden kaldıramıyordum.

Üst kata çıktık, bir yer bulduk oturduk. Serkan’ın telefonu yine çaldı. Yerine ulaşmayan sorunlu sevkiyat konusu bir türlü çözülememişti. Duymak istemesem de konuşmaları duyuyordum. Serkan bu sefer daha sinirliydi, gözü hiçbir şey görmüyordu devamlı laf yetiştirme gayretindeydi.

Karşımıza yabancı bir çift oturdu. Adam şişeden çıkan cin misali oldukça iri yarı, sakallı, kel kafalı, göbekli, koca elli koca ayaklıydı. Elini tutan başı örtülü genç kadın ise oldukça güzeldi ve oturduktan kısa bir süre sonra omzuna başını yasladığı adamı kimsenin göremediği bir gözle gördüğü belliydi. Bir an Serkan’ın elini bulmaya çalıştım. Telefonda konuşurken serbest olan eliyle hareketler yapıyordu bana anlamsız gözlerle baktı. Kendimi kötü hissettim. Şu mesele bir çözülse ikimiz de rahatlayacaktık.

Karşımıza oturan çiftin sağ yanında çocuklu bir kadın ve bir adam vardı. Onlar da yabancıydı. Adam çocuğu pusette sallıyor, ağladıkça kucağına alıp pışpışlıyordu. Gözlerim ilgili babadan sıranın solundaki yaşlı karı kocaya kaydı. İkisinin de eski ada sakinlerinden oldukları oturdukları yerin hemen dibindeki çantalarından belliydi. Kadın gazete okuyor, adamsa karısının tuttuğu gazeteye göz ucuyla bakıp arada laf atıyor ve muhabbet açıyordu. Yaşlı kadın eşini yarı ciddi yarı muzip bir edayla cevaplıyordu.  

Gemi hareket ettiğinde Serkan telefon görüşmesini bitirdi. Neredeyse buluştuğumuzdan bu yana telefonda konuşuyordu. İçimden sitem etmek gelse de vazgeçtim. Sinirliydi. Yangına körükle gitmenin anlamı yoktu. Sıra dışı bir olayla uğraştığı belliydi. Günü iyi geçirmek istiyordum, keyif kaçırmak anlamsızdı. Aslında Serkan normalde bu kadar sinirli bir adam da değildi… Belli ki ciddi bir şeyler olmuştu. İçimi bahar coşkusu etrafı deniz enerjisi sarmıştı hem. Uzatmaya hacet yoktu.

Hemen önümüzdeki birkaç genç, ellerindeki simitleri martılara atıp oynamaya başlamışlardı. Yanımdan geçen simitçiden hemen ben de bir tane alıp aralarına katıldım. Attıklarımı yakalarken gemiye dairesel hareketler yaparak gidip gelen martıları Serkan’a gösterip gülüyordum, havamı bulmuştum. Arada ağzıma bir simit parçası atıp sonra diğer parçayı havaya fırlatıyordum. Martılar iyice coşmuştu. Serkan bana somurtarak bakıyordu.

“Yine dayanamadın ve yiyecek bir şeyler aldın değil mi Duygu?” dedi nihayet.

Elimde yarısı bitmiş simide baktım.

“Yok, yemiyorum ki…  Onlar için!” diyerek elimdekini birkaç parçaya bölüp olduğu gibi yukarı fırlattım.

Görüşmeyeli kilo mu almıştım? Farkında olmadığım bir şişkinliğim vardı belki de… Ya da Serkan’ın annesi, gelinlik provası sırasında yaşadıklarımızı bire bin katarak anlatmıştı oğluna. Serkan’da peydahlanan bu kilo takıntısının sebebini bilmiyordum, o an düşünmek de istemiyordum. 

O sırada önümüzdeki sırada oturan anne baba’nın pusetteki çocuğu ağlamaya başladı. Baba çocuğu kucağına almak için aceleyle ayağa kalktı ve tam önümüzden geçerken Serkan’ın ayağına yanlışlıkla bastı.

Serkan adamın arkasından ters ters baktı, başını iki yana salladı. Tam ağzını açacakken telefonu yeniden çaldı. O sırada sahneye tostçu çıktı. Elindeki tepside içi kalın kaşarlı sandviçler, portakal suları gezdiriyor ve küçük nidalarla satış yapmaya çalışıyordu. Bir an Serkan’la göz göze geldik. Ne vardı canım bunda? Nişanlım düğünde güzel gözükmemi istiyor, beni düşünüyordu… Oysa ben? Gülmeye başladım. Serkan işaret parmağını havada ileri geri salladı. O sırada telefonu kapatmıştı fakat yeniden çalmaya başladı. Bu işten sıkılmaya başlamıştım. Yanımda vardı ama yoktu!

Serkan’ın ayağına basarak geçen baba, bu sefer de kucağında çocuğu, oturduğu yere geri dönmek üzere önümüzden geçiyordu. Bir an Serkan telefondaki hararetli konuşmanın heyecanıyla ayağa kalktı ve tam o anda adamın kucağındaki çocuğun ayağı Serkan’ın beyaz tişörtünü boydan boya çamur yaptı. Serkan elindeki telefonu bırakıp adama bağırmaya başladı. Nasıl dikkatsizdi! Ne olacaktı şimdi? Telafisi var mıydı? Serkan’ın gözü dönmüştü, adamı omzundan tutup geri çevirdi, tişörtündeki çamurdan lekeyi gösterip çocuğun ayakkabısını işaret etti. Elim ayağım titriyordu. Adamcağız ne diyeceğini bilmiyor öylece mahcup mahcup Serkan’a bakıyordu. Çocuk ağlamaya başladı.

O sırada eşiyle gazete okuyan yaşlı adam yerinden kalktı ve Serkan’ı kolundan hafifçe tutarak yerine oturttu, “Genç adam, dur sinirlenme, olur böyle şeyler, ” dedi.

“Ama bu kadar da olmaz! Medeniyetten habersiz bu insanlar amcacığım… Demin ayağıma bastı şimdi de yaptığına bak!” diyerek çamur izli tişörtünü gösterdi. E titiz adamdı Serkan. Tabii bir de şu telefonda çözülmeyen konu, sinirlerini iyice germişti.

“Valla bazen çişleri gelince tuvalet yapmak için bizim kapıları bile çalıyorlar ne yapacaksın oğlum…” dedi yaşlı adamın karısı. Elindeki gazeteyi katlarken bize gülerek bakıyordu. Ben de onlara güldüm. Allah razı olsundu, sayelerinde sorun büyümeden çözülmüş benim de yüreğim serinlemişti. Kadın çantasından bir küçük kutu çıkardı, bize uzattı. İçinde draje çikolatalar ve çifte kavrulmuş küçük lokumlar vardı. Serkan teşekkür ederek almadı. Bana baktı. Ben de teşekkür ederek almadım. Yaşlı ve tatlı kadın ısrar etti. Ben yutkunarak Serkan kesin tavrıyla tekrar teşekkür ettik ve ikimiz de yemedik.

Martılar, deniz ve hava öylesine güzeldi ki iyi ki hafta içi böyle bir şey yapmak aklımıza gelmişti. Küçük aksaklıklara rağmen mutlu olunacak şeyleri düşünmeye ve etrafıma bakmaya devam ettim. Karşımdaki genç kadın iri yarı sevgilisinin omzuna yıkılmış uyukluyor, bütün ağırlığını cininin üstüne veriyordu. Birden ellerinin, oturduklarından beri birbirinden ayrılmadığını fark ettim. Bizim neyimiz eksikti? Yanımda kasık vaziyette oturan nişanlıma döndüm ve elini tuttum: “Serkan artık rahatla biraz, bak hava ne güzel hem yıkarız bluzunu leke çıkar, boş ver üzülme,” dedim.

Elini çekti, “Tamam Duygu tamam,” dedi.

Canım sıkıldı. Aksi gibi her şey niye böyle üst üste oluyordu. İş yerindeki problem, ayağına basılması, üstünün kirlenmesi. Bunlar Serkan gibi takıntılı bir adam için biraz fazlaydı tabii. O sırada sahneye yeni bir seyyar satıcı çıktı. Düşüncelerim vapurun debdebesinden bir türlü derinleşemiyordu. Adam ağzında mikrofon elinde soyma bıçağı çeşitli sebze ve meyveler üzerindeki denemeleri şovla karışık anlatmaya başladı. Herkes dikkat kesilmişti. Ben adamı merakla izlerken Serkan da telefonunda yazışmaya devam etti. Gösterisini bitiren adam elinde iki tepsi; biri soyduğu meyveler, diğeri bıçaklar, aralarda gezinmeye başladı. Tanesi beş liradan alıcı bulan bıçakların yanındaki meyveler de ikramdı.

Önüme uzatılan tepsiden bir elma dilimciği alsam ne olurdu sanki? Oysa Serkan bakışlarını bana dikmişti. Gülerek teşekkür ettim ve ikramı pas geçtim. Karşımızdaki çift elmalardan ikişer üçer dilim alıp çatır çutur yemeye başladılar. Yutkundum, su arandım. Yanıma su almamıştım. Büfeye gidip almak istemiyordum. Neyse iştahımı öğlen yemeğine saklıyordum. Öğlen yemek yememe laf edemezdi herhalde.

Adaya vardık. Adanın en yüksek yerindeki lokantaya gidecektik. Önce araçla tepenin başladığı alana gidecek oradan yürüyerek yukarı çıkacaktık. Hayalimde mis kokulu köfteler ve buz gibi bir bira beni bekliyordu. Serkan köfte yememe engel olmazdı ama görünen şartlar altında biraya engel olacağı kesindi. En iyi ihtimalle bir tanesini paylaşırdık.

Sevimli araçla tıngır mıngır yola koyulduk. Her tarafta mor sümbüller vardı. Mis kokular etrafa buram buram yayılmıştı. Yanımızdan berimizden motorlu

, bisikletli insanlar geçiyordu. Ada evleri inci gibi yeşilliklerin arasında duruyordu. Hepsi gözümde başka bir öyküydü. Gözlerimi etraftan, burnumu kokulardan alamıyordum. Mutluydum işte… Hem Serkan da nispeten sakinlemişti, üstelik telefonlar kesilmişti. Mevzu çözülmüştü sanırım.  O sırada yanımızdan iki kişinin oturduğu üstü kapalı çift kişilik bir motor geçti. Motorda oturanlar birden el sallamaya başladı, onları bir yerden tanıyordum ama nereden?

Evet, onlar gemide önümüzde oturan yaşlı çiftti! O tuhaf araca önlü arkalı binmişlerdi ve direksiyonda yaşlı teyzem vardı. Arkasında oturan yaşlı kocası karısının elbisesinin yanından sarkan kuşakları, bir eliyle seyis edasıyla arkasından muzipçe tutarken diğer eliyle de bize el ediyordu. Komik bir manzaraydı. Hemen karşılık verdim. “Şişşşt bize lokum ikram eden çift baksana,” diyerek Serkan’ın kolunu çekiştirdim. Serkan isteksiz döndü ve zoraki el salladı.

Aracın bizi bıraktığı yerden yürüyerek varabileceğimiz lokanta yaklaşık üç kilometrelik bir yokuşun sonundaydı. Yürümeye başladık. Yolda konuşamadık. O telefonda konuşmaktan yorgundu. Ben bir yandan aç, bir yandan susuzdum. Konuşmaya mecalim yoktu.

Tepedeki lokanta boştu. Hemen manzaraya karşı bir yer bulduk ve oturduk. Birer porsiyon köfte sipariş ettik. Dört köfte, bir acı biber, bir yarım domatesten oluşan porsiyonu tek nefeste tükettim. Ne var ki yol boyunca itilip kakılan nefsim körelmemişti. Serkan bir birayı paylaşma teklifimi kabul etmedi. Israr etmeye cesaretim yoktu.

İlerleyen dakikalarda Serkan’ın telefonu çalmadı. Belki de sessize almıştı, bilmiyorum. İkimiz de yorgunduk. Yemek sırasında hiç konuşmadık bitince de oturmadık. Vapur saati yaklaşmıştı. Yokuş aşağı vurduk ve yol bitimi araca binip sahile döndük. İlk şehir hatları vapuruna bindik.

Dönüş yolu sakindi. Biz de öyle. Dönerken Heybeliada girişinde parmaklıklar arkasında vapur bekleyen insan kalabalığına takıldı gözüm. Benim bulunduğum yerden nasıl göründüklerinin farkında olsalardı parmaklıklara yine de bu kadar yakın dururlar mıydı?

“Bak,” dedim Serkan’a,  “insanlar sanki şeyde gibi… hapiste gibi!”

“Vapuru bekliyorlar işte…” dedi, “ne hapsi!”

Beşiktaş’a vardık. Serkan iş yerine gideceğini söyledi. Meşhur sevkiyat mevzusunu çözmesi gerekiyordu. Ayrıldık. Dolmuş durağına yöneldim. Bir iki gelinlikçi vitrini önünden geçtim. Vitrindeki siluetime baktım. Hayır, kilo almamıştım. Gözüm Beşiktaş köftecisi yazısını seçti bir an. Ani bir kararla içeri girdim iki porsiyon köfte yanında piyaz ve nefis bir patates kızartması ile ayran söyledim. Siparişlerim geldiği sırada telefon çaldı. Arayan Serkan’dı. Telefonu sessize aldım.

***

Muhtemel finaller:

1-Düğün gününden kısa bir süre önce Serkan, Arzu’yu sevdiğini söyledi. Sevkiyat sorunu böylece iki ay gecikmeyle çözüldü.

2- Bütün günün acısını çıkaran midemle dolmuşa bindim. Yolda beni gelinlikçi aradı, ölçülerime göre beğendiğim modeli dikmeye başlayacağını, gelinliği kiralamak ya da almak konusundaki kararımı sordu. Serkan’ın annesinin “kirala kızım, koyacak yer bulamayacaksın” dediği geldi aklıma. Gelinlikçiye siparişi külliyen iptal etmek istediğimi söyledim.

3– Başım dönüyordu. İnsanlar ellerinde elmalar, poğaçalar, simitler, tostlar; üstlerinde daireler çizerek uçan martılarla beraber alaşağı ettikleri parmaklıkların arkasından üstüme doğru koşuyorlardı. Ne oluyordu? Gözlerimi açtım, uyuyakalmışım. Serkan kolumu tuttu, “Geldik Beşiktaş’a,” dedi. E biz Beşiktaş’a gelmemiş miydik yahu?

Yazar
Müjde Alganer
Ankara'da doğdu ve büyüdü. Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme bölümünü bitirdi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İnsan Kaynakları Yüksek Lisans bölümüne devam etti. Farklı bankaların, fabrikaların ve danışmanlık şirketlerinin insan kaynakları bölümlerinde çalıştı. Beyin avcılığı yaptı. İlk romanı, "Yedilemma" Sistem Yayınlarına bağlı Galata tarafından 2010 senesinde, "Var Olmak Yasaktır" adlı romanı ve "Ruj" isimli hikâye kitabı Goa Yayıncılık tarafından 2016 yılında ve üçüncü romanı "Ziziro" Artemis - Alfa tarafından 2019'da yayımlandı.

Bunları da beğenebilirsiniz

Şuna Bir Yanıt: Bir Ada Macerası

Bir Cevap Yazın