Öykü

Sıradan Bir Gün

Hayatımdaki sıra dışı olayların meydana geldiği sıradan günlerden biriydi…

Deniz kenarında, kahvaltı mekânlarına yakın otoparkımızda aşırı yoğunluk vardı. Senelerim araba park etmekle geçti diyebilirim. Ancak son iki senedir hafta sonlarını kendime tatil ilan ettim. Emekli ve yaşlı bir kadının yaz kış demeden dışarıda çalışması akıl işi değil. O gün aksi gibi çalışanlardan birinin ayağı sakatlanmış, iş başa düştü ve bu mücbir sebeple sahalardaki yerimi aldım.

Otoparkın arsası eşimden kaldı. Senelerce ev yaptırmayı düşündük ama bir türlü olmadı. En sonunda otoparka çevirdik. İlk zamanlar pek iş yapmasa da zaman içinde işler artınca ev yaptırma sevdasından vazgeçtik.

O gün, güneşin uzun süredir göstermediği yüzünün hayrına ayrı bir kalabalık vardı. Böyle zamanlarda çalışanların başlarında durup işi gözetmek bir yana, park etmiş arabaları en arkalardan çıkarmak ve yeni arabaları kabul etmek tıpkı bulmaca çözmeye benziyor.

BMW cip kapıya geldiğinde hiç boş yer yoktu. Uzun bir süre park yeri aradığı ve arabayı bırakmak için sabırsızlandığı, direksiyonda oturan asık suratlı orta yaşlı adamın her halinden belliydi. Neyse ki aynı dakikalarda arabasını otoparktan almak isteyen başka biri çıktı ve yer açıldı.

Cipten inen adamın ve kadının her halinden kalburüstü bir yaşamdan geldikleri belliydi. Adamın gençliğinde yüzüne bakılır biri olduğunu, kadının da konken masası müdavimlerini andırdığını düşündüm. Kim oldukları umurumda değildi, otoparkta çalışan eleman da fabrika sahibi de aynı hesaptır bana.

Benim oğlan, anahtarı üstünde bırakılmış cipi üst sokaktan dolandırana kadar ben de içeriden diğer arabaları sırasıyla ön tarafa çıkaracak, arabasını almaya gelene teslim edecektim. Biz bir yandan oğlumla plan yapaduralım kadın ve adam etrafı beğenmez gözlerle süzüyor, “buraya ait değiliz bakışları atarak sevimsiz edalarla bekliyorlardı.

Tam “Ne zaman çıkmayı düşünüyorsunuz beyefendi?” diye sorarken, benim oğlan aynı anda adamın orta halli bir ev değerindeki arabasına atlamış, bana yer ve zaman kazandırmak amacıyla yapacağı mini tura çıkmak üzereydi.

Adam soruma, yüzüme bakmadan “Zaman kısıtı mı var?” sorusuyla çıkışmayı andıran bir cevap verdi.

“Sabaha kadar da bırakabilirsiniz beyefendi ancak süreyi bilirsek yerini ona göre ayarlarız,” dedim.

“Sen kolay bir yere koy her hâlükârda, işimiz belli değil bizim,” dedi mutsuz ifadesi ve emir verici üslubuyla bana ikinci tekil şahısla hitabı uygun görerek.

Ben de ona “Peki siz bilirsiniz,” dedim, ikinci çoğul şahısla.

Tekerleklerinden gıcırtılar yayan cip, yan sokağa saptı. Adam arabanın arkasından şaşkın şaşkın bakıyordu.

“Benim arabayı nereye götürüyor genç adam?” diye sordu heyecanla.

Telaşlanmıştı. Hemen atıldım, “Genç adam, benim oğlum, içerdekini çıkarıp teslim edene kadar iki dakika üst sokağa dolanıp hemen buraya dönecek. Görmüyor musunuz yer yok, yoksa sizi kabul edemeyiz,” dedim.

Yaşlı adam, yüzüme bakmadı ve önündeki kokoş sarışının arkasından yavaş yavaş yürümeye başladı. O sırada fişi uzattım ve diğer arabaları çıkarmaya koyuldum.

Ne kadar itici görünse de, gariptir adamın sesinde de duruşunda da adını koyamadığım bir aşinalık vardı. Oturduğum direksiyonda bir an durup arkasından baktım. Aksamıyordu ama sanki bir ayağı diğerine göre eğriydi. Birden beynimin içinde şimşekler çakmaya, yüreğimde sular kabarmaya, midemde iğneler dans etmeye başladı. Şaşkınlık, merak ve utanmayla savrularak geçmişin silik anılarının arasında kayboldum. Neredeyse önümdeki arabaya çarpıyordum

Bu eğrilik? Tuncer… Tuncer olmasın sakın! O! Tabii ki o.

Gençliğim, yaşlı ve huysuz bir adam olmuş, sarışın bir kadının yanında uzaklaşmıştı. İlk öpüştüğüm, ilk elini tuttuğum erkek. Şaka gibi. Ne kadar çökmüş. Nasıl da keyifsiz gözüküyor. Sanki hayat bana değil ona tokat atmış.

İnsanın geçmişi insana yabancı gelir miymiş? Gelirmiş. Yüzüme bile bakmadı. Tabii beni sıradan bir kadın sandı. Hem zaten ben, sıradan bir kadınım. Her şeyim sıradan ve basit. Evim basit, işim basit, günlerim basit. Aslında hayat dediğimiz şey bence gayet basit.

Öğretmenliği kazanıp okula başladığım sene Tuncer, idari fakültenin “Ekonomi” şubesinde ikinci sınıfta okuyordu. Sıradan bir gün, okul kantininde tanışıp tam iki sene boyunca birbirimizden kopmadık. Ta ki o, okuldan mezun olana kadar.

El ele verip sokaklarda saatlerce yürür, kahvelerde göz göze otururduk. Beyazıt’ta arkadaşlarla birlikte kitapçılarda zaman geçirir, birbirimize şiirler okurduk. O zamanlar tabii zorlu yıllar. Çatışmalar, mahpusluklar, kayboluşlar. Hızlı akan kanların hezimeti yazık ki kanlı bir yaprak dökümü oldu. Tuncer’in naif bir yapısı vardı. Sağ ayağındaki kas yapısından ötürü yürürken hafif aksardı. Bu yüzden koşturmaya meraklı değildi. Meraklı olan, beni arkasına kuyruk yapan ağabeyimdi. Onun sayesinde öğrenci derneklerine, apansız toplantılara, sokak dalaşlarına bulaştım. Bir iki kere gözaltına alındık. O zamanlar içeri girmek bile şandan sayılırdı. Tuncer’in bana gizliden gizliye özendiğini, yanımda olmak istese de kendine güvenmediğini ve ailesinden çekindiğini biliyordum.

Tuncer mezun oldu. Beni ailesiyle tanıştırmak istedi. Yeniköy’deki evlerine gittik. Beni soru yağmuruna tutan annesine en çok Nazım’ın şiirlerini sevdiğimi söylemekte bir sakınca görmedim. İnci kolyeli zarif annenin, boyası solmuş erkeksi çizmelerimi, ağabeyimle bir örnek yeşil parkamı burun kıvırarak incelediğini bugün gibi hatırlıyorum.

Tuncer, yurt dışına gideceğini söylediği sıralarda, olaylar ayyuka çıkmıştı. Ağabeyimin içeri girmesiyle birlikte hayatımızın odak noktası ailecek değişti. Bu yüzden ne Tuncer’in gidişini takip edebildim, ne de bizi bekleyen geleceği tahmin edebildim.

Tuncer İngiltere’de King’s College’de yüksek ekonomi okuyacaktı. Ailesi onu yurt dışına göndererek, hem benden hem de ülkenin karışık ortamından korumuş olacaktı sanırım. Bir süre mektuplaştık. İlk önceleri özlemle, sonraları daha uzak-resmi ve nihayet mektupların kökü kurudu.

Ağabeyim senelerce içeride yattı. İlk seneler mutlaka her görüşe giderdim. Mahpus arkadaşı Mehmet’le bu sıradan görüşler sırasında tanıştık. Okulu bitirip öğretmenlik stajı yapmaya başladığım seneydi. Mehmet, içeriden ağabeyimden önce çıktı. O da ağabeyimi ziyarete gelip gitmeye başladı. Bu görüş günlerinde samimiyetimiz ilerledi. Tuncer’den uzun süredir haber almamıştım. Mehmet’le zamanla gelişen arkadaşlığımız romantik bir boyut kazandı. Evlilik teklifini düşünmeden kabul ettim. Bazen insanın basireti bağlanıyor ve hayata dair önemli bir kararı sıradan bir şey gibi ele alıyor. Hâlâ o kararı nasıl verdiğimi düşünüp, kendime şaşarım. Bir süre sonra Tuncer geçmiş zamanda asılı kalmış bir hayalete dönüştü. Eski sevgilimi ulaşılmaz bir rüya olarak gençliğime gömdüm.

Fakat onunla bir kere daha Beyoğlu’nda sıradan bir günde karşılaştık. İngiltere’den dönmüş, iyi bir işe girmiş. Beni gördüğüne fazlasıyla sevinmesine rağmen aynı heyecanı bende görmeyince çok bozuldu.

“İngiltere’deki son zamanlarımda sana yazamadım diye gücendin mi Güzide?” diye sordu.

Sitem etmek anlamsızdı, hatta konuşmak bile.

“Kısmet bu kadarmış,” dedim.

”Fakat bir dinlesen bana hak vereceksin. Seni hiç unutmadım

Eucreas kopen zonder recept? – Online apotheek

,” dedi ve bıçağı yüreğime sapladı.

Ve sonra “Seni arayabilir miyim?” diye sordu heves ve coşkuyla.

Ne halde olduğumu, nasıl baktığımı bilmiyorum ama ona bu soruyu sordurtan bir ışık vermiş olmalıyım. O ana kadar dökümlü paltomun cebinde sakladığım yüzüklü elimi ve beş aylık karnımı görmemişti. Ben evlendim, demeye dilim varmıyordu.

“Görüşmemize gerek yok,” demekle yetindim başımı öne eğerek.

Konuşma uzamadan oradan kaçmak istiyordum. Ondan intikam almaya çalıştığımı düşünüyor olmalıydı. O karşılaşmadan kısa bir süre sonra ortak bir arkadaşımıza uğramış ve beni sormuş. O zaman umudunu tamamen kesmiş olmalı.

Oğlum üç dört yaşlarındaydı, Mehmet anlamsız bir kavgaya karıştı ve yeniden içeri girdi. On sene daha yattı. Afla dışarı çıktığında hem hayat ona, hem de o hayata yabancıydı. Kendini içkiye verdi. Otopark fikri o zamanlar ortaya çıktı. Ailesinin yıkılan evinin arsasını, Mehmet’e işyeri yaptık. O zamanlar sahil kenarı bu denli popüler değildi. Mehmet sabahtan akşama kadar arsadaki minik kulübede içer, makrome örer, boncuk dizer, bazen bir şeyler çizip boyardı. Yılların içine işlediği esaret, varlığını dışarıda da devam ettirdi.

Sonra sıradan bir gün, yaşamın ağırlığına dayanamadı ve çektiği ıstıraba son verdi. Uzun süredir kaybetmeye alışkın tavrımla onu diğer kaybettiklerimin yanına koydum.

Otopark uzun süre boş kaldı. O dönem öğretmenliğe devam ediyordum. Hiç unutmam birkaç defa okul kermesleri filan yaptık. Sonra birdenbire talep arttı. Eski semt, yeni lokantaların ve kahvaltı mekânlarının açılışıyla birdenbire gözde bir muhite dönüştü. Emekli olmuştum. Oğlum büyümüştü, üniversiteye hazırlanıyordu. Para lazımdı. Otoparkı canlandırmayı kafaya koydum. Kulübeyi yıktık, yer açtık.

Otoparkı işletmeye başlayalı on beş seneyi geçti. Kendi kendime öğrendim araba sürmeyi. Sadece otoparkta ve mahallede kullanıyorum, yoksa arabayla hayatta işim olmaz. Otoparkın müşterilerini hayata benzetiyorum bazen. Beklenmedik bir anda geliyor, beklenmedik bir anda gidiyorlar. İstemiyorsun zorla giriyor, istiyorsun gelen olmuyor. Bazen de her şey kördüğüm oluyor. Oysa ısrarcı olmayıp etrafta şöyle bir turlayıp tekrar uğrayan, umulmadık anda bir boşluk yakalayabiliyor. Fakat kimi zaman da onca hesaba rağmen açıkta kalabiliyor. Aslında burası “hesapla çarşının bir türlü birbirine uymadığı kendi halinde küçük bir evren!

Çok düşündüm; niye Tuncer’den haber almak için çaba göstermedim,  niye gidip Mehmet’le evlendim diye. Tuncer’in annesinin ayakkabılarıma diktiği bakışları unutamadığım için belki de kim bilir. Beyoğlu’nda karşılaştığımız o sıradan günde, dinlemeye yüreğimin yetmediği hikâyesini ne çok merak etmiştim oysa… O halimle onu haklı ve affedilebilir bulmak beni çok üzecekti biliyordum.

Düşüncelerimden sıyrılıp, otoparktan çıkmaya çalışan bir aracın yanına gidip yardımcı oldum.

“Gel, gel, gel. Sola çevir, direksiyonu iyice kır. Dikkat edin sola dönerken. Sağlı çıkın. Demir çubuk var!”

O sırada oğlumun BMW cipi en ön sıraya park ettiğini fark ettim. Oğlum, benim hayata bağlanma noktam. Babasızlığına rağmen hep hayırlı bir evlat oldu -hafta içi ayrı işte çalışır, hafta sonu anacığına yardım eder.

İki saat geçmiş olmalı, bir de baktım bunlar geliyor: Adam önde, kadın arkada mutsuz suratlarıyla! Geldiklerinden bile daha kötü görünüyorlardı. Belki de tartışmışlardı. Tanır mıydı beni Tuncer? Otuz kilo almış, kamburu çıkmış, saçı erkek gibi kısa, üstü kat kat hırka, otopark işletmecisi yaşlı Güzide’yi tanıyacak mıydı Tuncer? Kaldı ki ayağı aksamasa ben onu nasıl tanıyacaktım?

Anahtarı tahta kutudan alıp “Yola çıkarayım arabanızı” dedim.

Ağırlığımı yüksek cipin içine zorla sokuşturup, yeni kokan arabayı incelemeye başladım. Özel yapım olduğu belli ceviz konsol, deri koltuklar, pırıl pırıl, ışıldayan iç mekân, fonda iddialı bir kadın parfümü kokusu. Her şey özel, pahalı ve ısmarlama… Arabayı önlerine getirip, iri gövdemi siyatikli bacağıma rağmen zorla aşağıya attım.

“Buyurun,” dedim gülerek. Baktım adam cüzdanını çıkarmış. “Ne kadar?”diye sordu, her zamanki gibi gözlerini kaçırarak.

“Yirmi beş lira,” dedim.

“Ne kadar pahalı,” diye söylendi.

“Canınız sağ olsun,” dedim.

Otuz lira uzattı. Ceplerimi karıştırdım. Aksi gibi beş lira yoktu. Para üstü vermemek için rol yaptığımı düşünmesini asla istemiyordum.

Yüzüme bakmadan suratını daha da ekşiterek “Üstü kalsın…” dedi. 

“Tunceeeer,” diye sesim yettiğince bakkala doğru bağırdım. Sonra da bin pişman oldum. Oğlum bakkaldan çıkıp yanıma geldi. Yüzüm kızarmış olmalı. Aynı anda adam gözlerini ilk defa yüzüme çevirdi. Göz göze geldik.

“Tuncer, bozuk para ver, beş lira lazım oğlum,” dedim, o da çıkardı verdi.

“Buyurun beyefendi paranızın üstü,” dedim, beş lirayı gururla uzattım.

“Hiç önemli değil,” dedi sesi titreyerek. O an gözlerinde yanıp sönen ışığı gördüm. Bir an arabaya binmekten vazgeçip yanıma geleceğini zannettim. Nasıl da farklı bakıyordu. O mutsuz, meymenetsiz çehre nasıl da yumuşamış ve insana dönmüştü. Parayı aldı ve kısa bir tereddütten sonra arabaya bindi. Hâlâ bana bakıyordu. Hafifçe gülerek el salladım. O da elini kaldırdı. Eli titriyordu.

“Beyefendi sağlı çıkın olur mu?” diye seslendim. Ardından yine el salladım.

Arabası çalışır vaziyette bana bakmaya devam ediyordu. Bir an güldü ya da ben öyle sandım. Araba gıcırtılarla köşeyi döndü.

Sıradan bir gündü işte…

Yazar
Müjde Alganer
Ankara'da doğdu ve büyüdü. Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme bölümünü bitirdi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İnsan Kaynakları Yüksek Lisans bölümüne devam etti. Farklı bankaların, fabrikaların ve danışmanlık şirketlerinin insan kaynakları bölümlerinde çalıştı. Beyin avcılığı yaptı. İlk romanı, "Yedilemma" Sistem Yayınlarına bağlı Galata tarafından 2010 senesinde, "Var Olmak Yasaktır" adlı romanı ve "Ruj" isimli hikâye kitabı Goa Yayıncılık tarafından 2016 yılında ve üçüncü romanı "Ziziro" Artemis - Alfa tarafından 2019'da yayımlandı.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın