Kitap

Philippe Sollers’ın Medyum’u: Bir Burjuvanın insan düşmanlığı

Philippe Sollers’ın Medyum isimli kitabı Yapı Kredi Yayınları’ndan 2016 yılı Eylül ayında çıktı. Kitap çıktıktan sonra birçok yerde kitap hakkında duyduğum olumlu eleştiriler ve yorumlar üzerine kitabı aldım ve ilk fırsatta da okudum. Kitabın sunum da oldukça süslü ve iddialı sözlerle başlıyordu: “Philippe Sollers’ten Dünya’yı ele geçirmekte olan vasatlığa yanıt: Karşı-deliliğin el kitabı Medyum.”. Birçok insan gibi benim ve birçok arkadaşımın da şikayet ettiği bir olgu üzerine yazılmış eleştiri ister istemez bende de heyecan yarattı. Ve yanıldığımı anlamam çok uzun zaman almadı.

Kitabın ana karakteri nam-ı değer “professore” Venedik-Paris arasında son derece lüks içinde yaşayan biri. Okuyucu kitabın başından sonuna kahramanımızın aşk kaçamaklarının arasında yazmış olduğu sözde dünyanın durumuna ilişkin başkaldırısı hakkındaki notlarını okuyor. Kahramanın oteline gelen masör ve işletmecinin kızıyla yaşadığı maceraların arasındaki denemeler; birbirinden kopuk ve konudan konuya savrulur biçimde.

“Professore” hayatın genel gidişatından ve politikacılardan yakınarak başlıyor denemelerine: “Politik bir lider mi? ‘Tek düşündüğü göz boyamak, her şeyi birbirine karıştırmak, varsa yoksa halktan bahsetmek.’ Genel durum mu? İşte ‘Her şey geçip gidiyor, her şey adileşiyor, her şey tahrip oluyor, her şey kaosa dönüşüyor… Her yerde yağma ve ahlak yoksunluğu… Fuhuş, karışıklık, bulanıklık, beş para etmez adamların saltanatı, maliyecilerin yağmacılığı ve küstahlığı, pespayeliğin her türlüsü, her yetenek ve değerden korkma ve nefret, tek amacı her şeyi bozmak ve yıkmak olan aşağılık türedilerin ön safları tutması… Böylece hiçbir şey olmayanlar sonunda her şey oldular, kendilerini utandıran kökenlerinden kurtulacak kadar ileri gittiler ve tıpkı denge havuzları gibi, köken ve öz olarak her şey olanlar da hiçliğe düştüler.’”

İlk bakışta ne kadar doğru? Günümüze ne kadar uygun ifadeler değil mi? O halde alıntılardan devam edeyim. Kendi fikrimi de en sonra saklamış olayım böylece. Kitabın bir başka denemesinde konumuz bu sefer teknoloji… Şöyle sesleniyor okura kahramanımız: “”Her şeyi bozan teknik değil, insanlar. İnsanların aletlere layık olduğu çok nadir, aletlerinin yanında şöyle ya da böyle işe yaramaz protezlere dönüşüyorlar. Çağın özelliği.”. Ardından devam ediyor ve bilimin makyaj malzemesi vb. insanların kullandıkları birçok üründe kadavraları nasıl kullandığını anlatıyor. Ve kahramana göre koca “ceset fabrikası”nın da tek sorumlusu da insanlar. Oysa ki asıl ceset fabrikalarına sebep olan savaşlar hakkında tek bir söz söylemiyor. Ama kitabın geneline hakim olan anlayış ile ondan da bahsetse, muhtemelen, bir avuç cahil Müslümanın birbirini boğazlamak için can sıkıntısından savaştıkları sonucunu çıkaracağından kuşku duymak için hiçbir sebep yok.

Ardından sanat hakkında yazıyor bir başka denemede ve resimlerin ve sanat eserlerinin nasıl birer meta haline geldiğini, eser kaçakçılığının geldiği boyutları anlatıyor. Oradan edebiyata geçiyor ve ortada sürekli türeyen kalitesiz kitaplardan yakınıyor. Ve son olarak gazetelerden bahsediyor: gazetelerdeki adi vakaların çokluklarından ve bu vakaların, yolsuzlukların gazeteler eliyle nasıl da basit vakalar olarak ele alındığından yakınıyor.

Tüm bu yakınmalarda genel olarak yanlış olan bir şey yok tabii ki. Ama kahramanın kendi lüks hayatından, üst akıl üslubundan bakınca konuya iş tamamen değişiyor. O tüm bu değişimlerde ve basitlikte tek bir şeyi suçluyor: insanı. En basit haliyle bireyi… Yani sizi ve beni…

Aslında bu yazara özgü yeni bir yaklaşım değil. Son dönem sanata, edebiyata ve felsefeye damgasını vuran post-modernist yaklaşımın ta kendisi. Olayları, konuları birbirinden bağımsız tekil şeylermiş gibi ele al ve arka planındaki tüm toplumsal ve siyasal gerçeklikten kopar. Sonuç olarak sistemi yani kapitalizmi akla ve sistemin en altında olan en küçük bireyi suçla ve ondan nefret et.

Ve ortaya kendini toplumdaki bireylerin çoğundan ve özel olarak işçi sınıfından yalıtan ve ondan nefret eden bireyler toplamı çıkıyor. Bu insanlara göre bugün dünyada yaşanan her şeyin sorumlusu gerici iktidarlara oy veren bu “aptallar ordusu”! Ve bu özellikler kendisini ister ayrıcalıklı bir sağcı ister akıllı bir solcu olarak gören birçok insanda mevcut ve uzunca bir süredir ortaya çıkan faşist ve sahte sol akımların temelini oluşturanlar da bu bireyler.

Yukarıda yaşananları ekonomik ve toplumsal temellerinden koparırsanız ki bu zaten mevcut düzeni aklama ve sürdürme çabasının bir ürünü çok rahat bir şekilde kitabın kahramanı gibi insanlara düşman olabilirsiniz. Böyle baktığınızda o okumayan cahil kitleye hiçbir ihtiyaç yoktur. “Professore”ler ve aydınlar bu insanlar yerine en iyi olanı düşünüp onları çok rahat boyunduruk altında tutmalılar çünkü…

Evet yazarın kitap boyunca anlattıklarının hepsi doğru. Ama bu anlattıkları bayağılılık ve asalaklıklar kapitalizmin son dönemde girmiş olduğu derin ekonomik ve siyasal krizin bir ifadesi. O burjuva demokratik çerçevede deneyebileceği her şeyi denedi ve artık kapitalizm derin bir çıkmazda, bu yüzden de insanlığı bir bütün olarak felakete sürüklüyor. Onun emperyalizm olarak nitelendirdiğimiz ekonomik alanda yaşanan asalaklık ve borsa oyunları toplumsal hayatta karşımıza bayağılılık ve yolsuzluk olarak çıkıyor. Bunun yanında insanların yaşam koşullarında yaşanan hızlı bir düşüş var ve sistem insanları bireysel dürtülere ve kendilerini hayatın merkezine koymaya itiyor ki kendi varlığını sürdürebilsin. Çünkü kapitalizmin, daha doğrusu dünya servetini elinde tutan bir avuç asalak egemenin en büyük korkusu insanların kolektif irade ile hareket edip düşmanlıklarını kendilerine yöneltmeleri.

Ve ne yazık ki, bizler ve çevremizdeki birçok insan da farkında olsunlar ya da olmasınlar toplumun en altındaki bu insanlara yani işçi sınıfına bu gözle bakıyoruz. Özellikle toplumun kısmen üst tabakası diyebileceğimiz üniversite mezunu görece daha iyi bir iş sahibi olan ve ayrıcalıklarını her geçen gün kaybeden bir kitle yaşadıkları bu çöküşten iktidara gelen gerici ve baskıcı partilere oy verdiklerini söyledikleri işçi sınıfını suçluyor ve ondan ölesiye nefret ediyor. Ama onlara sundukları alternatif de yok. Tek düşündükleri kendi ayrıcalıklı konumlarını korumak ve tek yaptıkları sıcacık evlerinde, barlarda, meyhane köşelerinde bu insanlardan dert yanmak.

Ama dünyayı felakete götüren işçi sınıfı değil, kapitalizmin ta kendisi. Ve işçi sınıfı bu gericiliğe ve asalaklığa son verebilecek yegane sınıf. O yüzden tam da böylesi dönemde post-modernizm ile Marksizm arasında kıyasıya bir mücadele yaşanıyor. Evet bu mücadelede Marksistler güçsüzler. Ama bu mücadele insanlığın kaderini etkileyecek. Dünya sonuçlarını tahmin bile edemeyeceğimiz bir III. Dünya Savaşı’na doğru sürükleniyor ve buna dur diyen savaş karşıtı kampanya yürüten insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Ama şurası net: ya o aşağıladığınız işçi sınıfı duruma müdahale edecek ve bu düzeni değiştirecek ya da hep beraber uçurumdan aşağıya yuvarlanacağız.

Tekrar kitaba dönersek, Medyum tam da yukarıda tanımladığım şekilde dibine kadar post-modernizmin etkisini taşıyor ve okuyucularına bireysel kurtuluş ve birazda bireysel anarşizmden başka bir şey sunmuyor. Ve bu yüzden de içinde taşıdığı bu gerici yöntemle kapsamlı bir eleştiriyi hak ediyor.

Yazar
Bahadır Eren
1985 İstanbul doğumlu. Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı ve Anadolu Üniversitesi İktisat bölümlerinden mezun. Ama uzun süredir bol bol okumak ve zaman zaman yazmakla meşgul. Hayatını idame ettirmek için hali hazırda çalışmakta ve kendisine kalan zamanda da okuyup yazmakla meşgul bir kişi.

Bir Cevap Yazın