Öykü

Süreya Mahallesi

Hatıralarındaki o kocaman beyaz badanalı istasyon binası trenden indiğinde gözüne küçücük göründü. Buraya en son altı yaşındayken gelmişti. Babasının elinden sıkıca tutmuş, kalabalığa ürkek gözlerle bakmıştı. Babasıyla birlikte yeni hayatlarına başlamak üzere istasyonun yanındaki yolu yürümüşlerdi. Bugün de o gün gibi sıcak bir Ağustos günüydü. Binanın merdivenlerinde dikilen üniformalı iki kişi dikkatini çekti. Sohbet ediyor, arada göz ucuyla gelip giden yolcuları izliyorlardı. Bu iki adamın bakışlarında sınır şehrinin verdiği tedirginlik vardı. Yine de yanlarına gidip atandığı okulun adresini sordu.

Çantayı sırtına geçirdi, istasyonla binaların arasında kalan daracık yolu yürümeye başladı. Yürürken bir an babasının elini aradı, bir kız çocuğu gibi hüzünlendi. Güneşin aydınlatamadığı yolu kesen caddenin asfaltı parlıyordu. Trenin gittikçe azalan düdüğü araba kornalarının arasında duyulmaz oldu. Boş gördüğü taksiye elini uzattı. Geride bekleyen şoför, zaten gözlerini diktiği kadının ayak ucunda durdurdu taksiyi.   Kadın binerken, “Süreya Mahallesi,” dedi. Taksi yol almaya başlayınca istasyon geride kaldı. O kayıtsızca dışarıyı seyrediyordu. Seneler önce gördüğü bu yeri yeniden görebilmenin heyecanı içindeydi. Yol boyu yan yana dizili evlere, dükkanlara, hızla silinen insanlara bakıyor, pek bir şeyin değişmediğini gördükçe içini garip bir duygu kaplıyordu. Küçük, çatısız, etrafı derme çatma çitlerle çevrilmiş evlere bakarken annesini geride bıraktığı günü düşündü. Çocukken ilk yolculuğunu babasıyla birlikte buraya yapmıştı. Annesizliğini garipsemişti ama soru sormamıştı. O yaşlarda duygularını ifade edemeyişinin verdiği huzursuzluğa yabancıydı. Annesini hep yatakta, hastayken hatırlıyordu. Bir keresinde halının üstünde oynarken yattığı yerden kendisine hasret dolu baktığını görmüştü. O günlere ait tek kare olan annesinin bakışları onun için çok önemli bir andı ve ölümsüzleşmişti.

Ara sıra taksiciyle bakışları denk geldi.  Şoför, büyük sırt çantasına baktı. “Nereden geliyorsunuz”, diye sordu. Bakışlarını aynadan denk getirebilmek için başını eğdi, gülümsedi. Kadın, camdan çevirdiği gözlerini aynaya dikti,

“İstanbul.”

“Trenle yorucu olmuştur.”

Kadın cevap verme gereği duymadı. Bir süre devam eden sessizliğin ardından şoför, “İstanbul’dan buraya gezmeye gelmemişsinizdir?” dedi, yüzünde ne söylediğinden emin ifade takınmıştı. Kadın, bu sefer bakışlarını çevirmedi, “öğretmenlik yapmaya geldim.”

Heyecanlandı şoför, “hangi okul?” diye sordu.

“Bilge İlkokulu” dedi, yeniden dışarı baktı:

“Neredeyiz?” Gözleri tanıdık bir yer aradı.

“Bahçeler Mahallesi. “

Yeniden sustu. İlgisiz durmak için camdan dışarıyı seyrediyordu. Hızla geçilen elektrik direklerinin ve tek katlı evlerin çatıları arasında silikleşen güneş, uzakları kızıla boyamıştı.

 Babası şoförün yanındaki koltuğa, kendisi arkaya, aynı yere oturmuştu. Evler tek katlı ve seyrek, ağaçlar sanki daha sıktı.  Babasıyla şoför yol boyu konuşmuşlardı. O da gidecekleri yeni evi ve babasının öğrencilerini hayal etmişti. Şimdi bilseydi kızının aynı yerde görev yapacağını kim bilir nasıl sevinirdi. Babasının öğretmenlik yapacağı okul tek katlıydı. Bahçesi meyve ağaçlarıyla doluydu. Bir de kocaman bir taşla kapatılmış, o zamanki kaçan uykularının en büyük sebebi kuyu vardı. Çok eskiden kuyuya köyün delisini kapatmışlar. Çıkamasın diye de üstünü koca bir taş koymuşlar, diye anlatırdı sınıftaki çocuklar. Babası o an duymazlıktan gelmişti ama akşam olunca tek başına tuvalete gidemediğinde ona çok kızmıştı. Sınıfta diğer çocuklarla birlikte okumayı yazmayı öğrenmişti. Babası onun da yakasına kırmızı kurdele takmıştı. Okuldaki bütün öğrencilerini çocuğu olarak görürdü. Hepsine eşit davranır, kızından ayırmamaya uğraşırdı. Yine de bazen kızına duyduğu sevginin kaygısını belli ederdi.

Taksici, dikiz aynasından baktı. Asfalttan vuran güneş, camda parlıyor, kadının sağ tarafını görünmez yapıyordu. Yeniden yola döndü. Onun da artık içinden konuşmak gelmiyordu. Radyoyu açtı. Son zamanlarda popüler olan yabancı bir şarkıya eşlik edip, parmaklarını direksiyonda şaklattı. Arabayı toprak yola kırdı. Kadın, “Ne kadar yolumuz kaldı?” dedi.  “Az kaldı, burası Ilamur Mahallesi, biraz ilerisi Süreya.” Taksi çukurlara, çamurlara bata çıka ilerledi. Sonra tek katlı binanın önünde durdu. “Burası,” dedi. Kadın, camdan binaya baktı, tabelada okulun adı yazıyordu. Şoför, sanki bir şey söyleyecekmiş gibi aralıklı ağzıyla arkasına baktı.  Kadın yüz elli lira uzattı. Arabadan indi. Okulun kapısı ile pencereleri kapalıydı. Pencereye yanaşıp karanlık sınıflara, boş sıralara baktı. Etraftaki evler bir hayli uzaktaydı. Lojman demişti görüştüğü kişi, bahçesindeymiş, ama burada başka bina göremedi. Bahçesi de yoktu. Ne yapacağını bilemiyordu. Taksinin ardından baktı. Gerisinde toz bulutu bırakarak otobana doğru ilerliyordu. Çantasını sırtına aldı. En yakın eve doğru yürümeye koyuldu.

Yazar
Alev Sönmez
1986 yılında Gebze’de doğdum. Şimdiki durumda İstanbul’da yaşamaktayım. Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Ezine MYO ve Anadolu Üniversitesi İşletme mezunuyum. Özel ve Kamu kuruluşlarında çalışmış olup halen bir kamu kuruluşunda çalışmaktayım. Öykülerim; Kiltablet öykü, Oggito.com, Notos dergisi ve Trendeki Yabancı aplikasyonunun Yolcu Özel, Haziran sayısında yayımlanmıştır.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın