Öykü

Bir Avuç Umut

Vakit gece yarısına geldiğinde heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Annem ve üç kardeşimle beraber otobüsten inmiş, yaklaşık on saat süren yolculuğumuz nihayet bitmişti. İstanbul’dan İzmir’e getirildiğimiz otobüste bizim gibi onlarca insan vardı. Uyuklayan yaşlılar, ağlayan minik çocuklar ve endişeli gözlerle yol boyunca etrafı süzen anne ve babalar. Afganistanlı birkaç aile daha vardı otobüste. Aralarındaki fısıltılardan anlayabiliyordum. Tam da bu sırada aklıma yine babam geldi. Aslında aklımdan hiç çıkmıyor ama bugün daha da yoğun düşünüyorum. Babam da bizimle olsaydı yine de tüm bunları yaşar mıydık acaba? Onu kaybedeli yıllar oldu fakat yüzü hep gözümün önünde ve halen içim acıyor. Canım anneciğim tek başına hayat mücadelesi verirken maalesef elimden bir şey gelmiyor. Yıllardır bana ve kardeşlerime hem annelik hem de babalık yapıyor; ama bazen o da tükeniyor.

Gecenin bir vakti otobüsten indiğimiz yer deniz kenarında ıssız bir bölgeydi. Etrafta bizden başka kimsecikler yoktu. Uzakta seçebildiğim birkaç ışık vardı o kadar. Sanırım bulunduğumuz yer yerleşim alanından uzak diye düşündüm. İçimi tuhaf bir ürperti sardı ama neyse ki annem yanımızdaydı. Beni ve kardeşlerimi sık sık kontrol ediyor, iyi olup olmadığımızı soruyordu. Beş yaşındaki en küçük kardeşimin ara sıra yaptığı huysuzluklar haricinde her şey normaldi.

Mayıs ayında olmamıza rağmen hava serindi. Çok şiddetli olmasa da ara ara yağan yağmur üstümüzdeki incecik tişörtleri ıslatmaya yetiyordu. Birden “acele edin hadi” diye bir ses işittim. Bizi getirenlerle birlikte üç kişinin daha kıyıdaki botları teker teker çektiklerini gördüm. Annemin elini sıkarak birden ona döndüm. “Anneciğim Yunanistan’a bunlarla mı gideceğiz?”. Annem yavaşça saçlarımı okşayarak, “Merak etme kızım, herhalde vardır bir bildikleri” dedi. Sıkış tepiş geldiğimiz otobüste yaklaşık seksen kişiydik. Sürekli düşünüyordum ama işin içinden bir türlü çıkamıyordum. Seksen kişi bu küçücük botlara nasıl sığacak? Bindirildiğimiz botlarda yan yana balık istifi dizilmiştik. Yaklaşık 25 kişi bindiğimiz botta çoğu kişiye can yeleği vermemişlerdi. Çok korkuyordum ama benden daha küçük kardeşlerime bunu belli etmemeye çalıştım. Annem iki tarafına aldığı bizleri kollarıyla sımsıkı sarmalamıştı. Çektiğimiz bunca sıkıntılar geçecek miydi? Avrupa’ya gidince her şey daha güzel olacak mıydı? Kim bilir belki annem çok güzel bir iş bulur, ben ve kardeşlerim de okula gideriz…

Arkadaki iri ve sakallı adam birden motoru çalıştırdı. Artık hareket etmeye başlamıştık. Korkumun yerini daha çok heyecan almaya başladı. Tekrar başlayan yağmur birazda olsa kurumaya başlayan üstümüzü sırılsıklam etmişti. Bir an titrediğimi hissettim. Kardeşlerim de titriyordu. Karanlık suları yararak ilerlerken yüzümüze vuran rüzgar titreme nöbetlerimizi daha da arttırdı. Anneciğim de çok üşümüştü, yüzünden belliydi ama o çocuklarının derdine düşmüştü. Çocuklarını ısıtabilmek için her birimize daha sıkı sarılmaya başladı. Bot açıklara ilerledikçe dalgaların yüksekliği de artmaya başladı. Karanlık suların üstünde oyuncak bir gemi misali bir inip bir kalkmaya başlayan botta herkesi bir telaş sardı. Bota vuran dalga seslerine çocukların ağlamaları eşlik ediyordu. Dalgalar çarptıkça suyun bir kısmı botun içine doluyordu. Zaten bunca kişiyi zor taşıyan botta, suyun da ağırlığıyla yavaş yavaş battığımızı hissetmeye başladım. Tepeden tırnağa kadar ıslanmadık bir yerimiz kalmamıştı. Botun arka tarafında dümeni idare eden sakallı adam bağrış çağrış bir şeyler söylüyordu ama anlayamıyordum dediklerini. Durmadan dua eden annem bir yandan da bizleri sakinleştirmeye çalışıyordu. Birden büyük bir dalganın üstümüze gelmesiyle çığlık sesleri arasında batmaya başladık. Bir taraftan ağlarken diğer yandan anneme ve kardeşlerime tutunmaya çalışıyordum. Sanki kıyamet kopmuştu. Çığlık ve yardım sesleri yeri göğü inletiyordu. Ağzıma burnuma giren tuzlu suyu tükürmeye fırsat kalmadan tekrar suya gömülüyordum. Dakikalarca suda mücadele ettikten sonra yanıp sönen ışıklı bir botun yaklaştığını gördüm; ama dayanacak gücüm kalmamıştı artık…

***

Elif’i en yakın hastaneye getirdiklerinde bilinci tamamen kapalıydı. Ara sıra sadece ağzını kıpırdatıyordu. Hemen yoğun bakım odasına aldılar yavrucağı. Henüz sadece 11 yaşında olan Elif epeyce su yutmuştu. İlk müdahaleyi yaptıktan sonra hemen bir serum bağladılar. Kalp atışları normale dönen Elif’i bir gün sonra normal odaya aldıklarında bilinci halen tam olarak açık değildi ve koluna serum takılıydı. Elif, orta halli bir devlet hastanesinin deniz manzaralı odasındaki yatağında uyumaya devam ederken; açık pencereden içeri giren iyot kokusu her yanı sarmıştı. Bir ara gözünü aralar gibi oldu, ama nerede olduğuna anlam verememişti. Duyduğu tek şey dışardan gelen martı sesleriydi. Gücünü bir türlü toparlayamayan Elif yavaşça gözlerini kapatarak güzel bir rüyaya daldı.

***

Güzel bir Mayıs sabahı. Baharın o renk cümbüşü halen devam ediyor. Güneş iyiden iyiye kendini göstermeye başladı. Denize yürüme mesafesi beş dakika olan 3 katlı evin her odasında hissedilen o keskin iyot kokusu bu sabah daha da etkili. Ama bu öyle bir koku ki denizle büyüyenlerin aşina olduğu, en güzel parfüm kokularını bile bastırır cinsten. Ara sıra bahçe üzerinde pike yapan martıların sesi de senfonilere taş çıkartan türden hani…

Saat neredeyse 7.30’u gösteriyor. Yarım saate kadar servis kapıda olacak; ama Elif hala yatakta. Baharın rehavetinden olsa gerek. Şubat ayında on birinci yaş gününü kutlayan Elif gelecek sene 6.sınıfa gidecek. Dört çocuklu ailenin en büyüğü. Annesi mutfaktan telaşla bağırıyor:

“Eliffffff, kızım geç kalacaksın. Hadi kalk kahvaltı hazır. Yumurtanı soğutma yavrum. Kardeşlerin çoktan kalktı bile bak…”

Masadan kalkan babası:

“Dur karıcığım, şimdi ben onu getirmesini bilirim. Küçük prensesimiz babasını bekliyor anlaşılan.”

Üst katta bulunan Elif’in odasına doğru, ahşap merdivenleri çıkan babasının ayak seslerini tanımıştır Elif. Her sabah alışkın olduğu bir ritüeldir bu. Babası, yatağında bir o yana bir bu yana dönen Elif’i öperek uyandırırdı. Bunu her sabah adeta bir alışkanlık haline getirmişti. Şımarık bir çocuk misali babasının öpücüğünü almadan çıkmazdı o yataktan. Aslında annesinin sesine çoktan uyanmıştır; fakat babasının geldiğini fark edince uyuma numarasıyla biraz daha şımartmak ister kendini. Babasının odaya girmesiyle beraber gözlerini kapatır.

“Güzel kızım, prensesim… Elif’im, kalk hadi artık, kahvaltını yapıp çıkman gerekiyor.” diyerek içten bir öpücük kondurur kızının al yanaklarına. Bunun üstüne yeni uyanıyormuş numarası yapan Elif, “Babacığımmm” diyerek boynuna sarılır kahramanının.

Nihayet tüm aile hep beraber mutfakta kahvaltı masasında toplanır. Hızlıca yapılan kahvaltının ardından alelacele üstünü giyinen Elif kapılarının önünde bekleyen servise ucu ucuna yetişir. Varlıklı bir ailenin şanslı kızıdır o. El bebek gül bebek büyüyen, anne ve babasının gözünden sakındıkları prensesleridir. İstanbul’un en seçkin kolejlerinden birine giden Elif, arkadaşları arasında oldukça popüler bir kızdı. Esmer tenindeki o masmavi gözleri nazar boncuğu misali ışıldardı. Öğretmenleri de her defasında onu severken, “Ne güzel bir kızsın sen böyle, nazar değmesin, maşallah.” gibi kelimeleri dillerinden düşürmezlerdi. Derslerinde de oldukça başarılı olan Elif’in en sevdiği ders resim ve müzikti. Okuldan arda kalan zamanlarda babasının geçen yaz karne hediyesi olarak aldığı keman üzerinde çalışır, ara ara takviye özel derslerle her geçen gün yeteneğinin üzerine biraz daha koyardı. Sınıfında arkadaşları ve öğretmenleri arasında sevilen, popüler bir öğrenci olmasına rağmen çoğunlukla yalnız vakit geçirmeyi seven bir çocuktu. Yalnız kaldığı zamanlarda kendini ya kitaplarına verir, diyardan diyara kitaplardaki kahramanlarla yolculuk eder; ya da eline aldığı kemanıyla tüm duygularını notalara dökerdi. Daha şimdiden hayranı olduğu birçok keman virtüözünün eserlerini başarıyla çalabiliyor; hatta kimi zaman araya kendi yorumlarını bile katıyordu. Özellikle Janine Jansen’e bayılır, onu adeta kendine bir rol model alırdı. Bazı geceler yatağında dünya klasiklerinden bir şeyler okurken, bilgisayardan açtığı favori virtüözleri eşlik ederdi Elif’e ve onun kahramanlarına.

Okulda arkadaşlarının çoğu uğraşları sıradan ve çocuksu gelirdi ona. Elif henüz 11 yaşında olmasına rağmen daha ciddi konulara kafa yorar, kendinden yaşça büyük çocuklarla ve ailesiyle olur olmaz mevzularda atışmalara girerdi. Yaşına göre oldukça olgundu ve onun şımarıklığı sadece babasınaydı. Babasının prensesiydi, kıymetlisiydi o.

Artık okulun son günlerdi gelmişti. Önlerinde koskoca bir yaz mevsimi ve yapılacak harika bir tatil vardı. Daha şimdiden karne hediyesi belliydi. Daha önceleri çok isteyip de alınmayan bisiklet. Babası Elif’in bu isteğini hep erteledi, her defasında “Biraz daha büyü, biraz daha zaman geçsin. Bak sana daha güzel bir hediyem var.”  diyerek sürekli geçiştiriyordu Elif’i. Olur da düşer, olur da bir kaza yapar ve kendini yaralar, bir yerleri kırılır diye üzerine titriyordu kızının. Ama artık bu defa kaçışı yoktu karne hediyesi olarak bisiklet sözü verilmişti bile. Sonrasında da ailecek güneyde, sokaklarında palmiye ağaçları olan, plajları buram buram güneş kremi kokan yazlık bir yere 10 günlük tatile gidecekler ve tüm senenin yorgunluğunu atacaklardı.

Elif ailenin en büyük çocuğuydu, kardeşleriyle arasından su sızmaz çoğu zaman bir anne şefkatiyle yaklaşırdı onlara, ne de olsa böyle görmüştü annesinden. Annesi çoğu zaman mutfak işleriyle uğraşırken o kardeşlerine ablalık eder, oyunlar oynar, kimi zamanda ilginç masallarla diyardan diyara yolculuklara kardeşlerini de dahil ederdi.

Nihayet karne günü gelip çattı. Zaten derslerinde oldukça başarılı olan Elif’i karneden daha çok babasının alacağı bisiklet heyecanlandırıyordu. Kardeşlerinin biri 3.sınıfa diğeri 1.sınıfa gidiyor, en küçükleri ise henüz 5 yaşında ve okula gitmiyordu. Ama bugün en küçük kardeşleri de dahil hepsi büyük bir heyecanla babalarının karne hediyelerini bekliyordu. Akşam neşeyle eve gelen babalarını, anneleri ve 4 kardeş kapıda karşıladı. Babalarının elinde bir sürü poşet ve hediye paketleri vardı. Hep bir ağızdan: “OLEYYYYYY, OLEEEEYYY…” sesleri yükselmeye başlamıştı evin içinde. Birer birer hediye paketlerini açan kardeşlerin hepsi sevinç çığlıkları atıyordu, Elif hariç… Bisiklet almamıştı babası.

“İstediğin bisiklet kalmamış canım kızım, tatilden dönüşte söz alacağım.”

Halen başına bir şey gelmesinden korkuyordu. Olur da vazgeçer mi diye bir ümit geçiştiriyordu sürekli. Şimdilik güzel bir resim tuvaliyle idare edecekti Elif. Biraz hüzünlense de tüm olgunluğuyla sımsıkı babasına sarıldı… Daha sonra kardeşlerinin sevinç çığlıklarını görünce bir anda tebessüm etmeye başladı…

Tam da bu esnada yavaşça gözlerini araladı Elif. Gözlerini açtığında karşısında beyaz önlüğüyle 1 doktor ve 2 hemşire vardı. Tebessümle açtığı gözleri bir anda tarif edilmez bir hüzünle doldu. Neredeyse bir buçuk gündür ölü gibi yatıyordu yavrucak. Serumlar etkisini yeni yeni göstermeye başlamış az önce gördüğü o güzel rüyadan uyanmıştı. Başındaki doktorun bir şeyler söylediğini işitiyor ama tam olarak ne söylediğini idrak edemiyordu.

“Kızım iyi misin? Bize cevap ver lütfen.” diye seslenen doktora cevap verecek takati dahi kalmamıştı.

Olanları hayal meyal hatırlıyordu Elif. Afganistan’da “özgürlük ve demokrasi” adlı muhalif bir grubun üyesi olan babası kıt kanaat okumuş bir mimardı. Afganistan’ da kaos ve yokluğun kol gezdiği şehirlerde mesleğiyle alakalı hiçbir iş bulamıyor, ne iş olsa onu yapıyordu, evde ekmek bekleyen bir karısı ve dört çocuğu vardı. Rejim askerleri tarafından tüm ailesinin gözü önünde tarandığında minik Elif henüz 8 yaşındaydı. O kadar fakir bir hayatları vardı ki kimi zaman yiyecek kuru ekmek bulamıyor, yatağa aç giriyorlardı. Ama her şeye rağmen onları ayakta tutan sevgi vardı, aile olma bilinci vardı, en önemlisi de umutları vardı…

Babası öldürülmeden çok önceleri vermişti bisiklet sözünü, Elif sokakta çocuklardan görmüş heves etmişti. Ama bir türlü alamamıştı sözünü verdiği bisikleti. O da her baba gibi sakınırdı çocuklarını, üzerlerine titrerdi ama parasızlıktan, yokluktan alamamıştı kızına söz verdiği bisikleti.

Babalarının ölümünden sonra, anneleri 4 çocuğuyla beraber bir umut diyerek varını yoğunu umut tüccarlarına vererek, mülteci olarak Türkiye’ye geldiler. Anneleri Fatıma adının anlamıyla zıt bir hayat yaşıyordu. Cehennemden uzak olsun diye koymuşlardı bu ismi şüphesiz ama daha bu dünyada cehennemi yaşayacağını kim bilebilirdi… İstanbul sokaklarında yarı aç yarı tok geçen seneler, bazen barakalar, bazen köprü altları bazen de yazları sahilde zamanla bitip tükenen umutlar… Ne yaparsa yapsın ayakta kalamıyordu Fatıma, şansa bir iş bulup girse; ya çocukları sıkıntı oluyor ya da sahipsizliğini fırsat bilip taciz ediliyordu erkek müsveddeleri tarafından. Elif zaman zaman sırtlarında okul çantalarıyla anne-babalarının elinden tutarak yürüyen çocuklara uzun uzun bakardı. Kardeşleri yaşça daha küçük olduğundan hiçbir şeyin farkında değildi belki ama Elif hayalden hayale dalıyor; bir gün okuyup devlet başkanı olup, dünyada ki bütün savaşlara, yoksulluğa son vermek istiyordu. Çocuk aklı işte… Zaman zaman çöp tenekelerinin yanına atılmış kitapları toplar, kendince okumaya çalışırdı. Afganistan’dan Türkiye’ye geldikten sonraki ilk sene hiç okul, defter ve kitap yüzü görmemişti. Daha sonrasında ise ancak 2 sene devam edebilmişti okuluna, bu 2 senede Türkçe okuma ve yazmayı öğrenmişti.

Hayatlar bitiyordu ama umut bitmiyordu. Artık buralarda da olmayacağını anlayan anne Fatıma, aynı kaderi paylaşan başka bir mülteci arkadaşı sayesinde yeniden umut tüccarlarıyla tanıştı; ama bu defa hedef Avrupa’ydı. Önce Yunanistan’a sonrasında da İtalya’ya gideceklerdi. Planlandığı gibi önce İzmir’e hareket edilecek, oradan da gece vakti botlarla Yunan adalarına geçilecekti. Fatıma sağda solda gündelik işlerde çalışıp da biriktirdiği üç beş kuruşu da bu kan emicilere kaptırmıştı. O gün gelip çattığında her şey yolunda gibi görünüyordu. Dört çocuğuyla beraber gecenin 2’sinde Çeşme kıyılarından atladılar botlara. Onun gibi birçok mülteci, yaşlı, genç, kadın, çocuk aynı kaderi paylaşıyordu. 10 kişilik bota balık istifi 25 kişi binmişti. Çoğunun sırtında can yeleği dahi yoktu ve böylece açıldılar karanlık sularda umuda yolculuğa… Aradan 15 dakika anca geçmişti ki hiç de sürpriz olmayan o acı olay meydana geldi. Elif ve ailesinin bulunduğu bot batmıştı… Sahil güvenlik ve sağlık ekipleri olay yerine geldiğinde ortalık adeta can pazarıydı. Hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, bir çaba cankurtaran botuna çıkıp titreme nöbeti geçirenler ve cansız bedenler…

Elif hastaneye yetiştirildiğinde bilinci kapalıydı. Zavallı kardeşlerinin ise o minik akciğerleri dayanamamıştı. Üç kardeşi de boğularak acı şekilde can verdi. Anneleri Fatıma her ne kadar çabalasa da olmadı… Ne yavrucakları kurtarabildi ne de kendini… Fatıma kocasına, diğer üç yavrucak da babasına kavuşmuştu. Hastane odasındaki yatağında bilinci kapalıyken rüya aleminde bir araya geldi Elif onlarla hayal ettiği gibi… Tüm çocukların yaşamayı hak ettiği bir hayatı rüyasında da olsa yaşamıştı minik Elif, ama o çok istediği bisikletine rüyasında da kavuşamadı. Bir daha da kavuşamayacaktı. Maalesef o küçük kalbi daha fazla dayanamadı. Kaldıramadı o yaşta dünyanın bunca yükünü, tasasını ve de acısını. O masmavi gözleri canlılığını yitirmişti artık, son nefesini verirken yüzündeki tebessüme ise yürek dayanmazdı. Kim bilir belki ailesine kavuşacak olmanın buruk mutluluğuydu. Deniz tarafındaki yatağında, açık pencereden gelen iyot kokusu ile martı sesleri arasında melek olup gitti…

Yazar
Arif Tan
1987 yılında Antalya’da doğdum. Dokuz Eylül Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitirdim. Üniversite yıllarımda başta Sigma olmak üzere çeşitli dergilerde editörlük ve yazarlık yaptım. Daha sonraki yıllarda Marmara Üniversitesi’nde MBA yüksek lisansımı tamamladım. Şuan mühendislik yaptığım İstanbul’da aynı zamanda çeşitli sektör ve kültür-sanat dergilerinde yazarlık yapıyorum. Bir taraftan da hali hazırda ekonomi doktorama devam ederken diğer yandan da öykü çalışmalarımı yürütüyorum.

Bunları da beğenebilirsiniz

Şuna Bir Yanıt: Bir Avuç Umut

Bir Cevap Yazın