Öykü

Telefon

Binlerce Anıyı Hatırlamaya Nerden Başlamalı? Bir Telefon Konuşmasından Mesela… 

Akşam iş çıkışı, tıklım tıklım bir dolmuş, soğuk, kokuşmuş ve ıslak. Şehrin kasvetli günlerinden biri, herhangi bir şehirde, herhangi bir zamanda yaz ya da kış hiç fark etmez rastlayabileceğiniz türden bir akşam işte. Hava kararmak üzere, trafik sıkışmış bile çoktan, insanlar telaşlı, yorgun, asabi ve tahammülsüz.  

Aklımda bin bir düşünce kafamı yasladığım camın soğukluğundan destek alıp bütün gün yaptığım görüşmeleri, uzayan tartışmaları, pazarlıkları, asık yüzlü memuru, anlamsız mailleri hepsini ve her şeyi zihnimde soğutmaya çalışıyorum. Yapılan işler, ertesi güne sarkanlar, yetişmeyenler, yetişmeyecek olanlar, ne varsa hepsini yarına kadar kalın bir örtünün altına sıkıştırmak için bütün gücümle uğraşıyorum. Beyin kıvrımlarımın arasında gezinen ağrıyı hissediyorum hafif hafif. Biraz topuklarım da zonkluyor giydiğim topuklu ayakkabıdan. Oldum olası pek alışamadım bu şık şıkıdım görünme yarışına. Her gün işe belini tam saran, hafif kalçalarını açığa çıkaran ama yine de teşhir etmeyen pantolonlar, etekler; yakası tam kıvamında dekolte veren düğmesi fazladan açılmamış gömlekler giyerek gitme yarışı, bu her gün saç yapmalar, her gün boyanmalar niye ve kime diye bilmem kaçıncı kez sorduğum günlerden biri. Ama her seferinde o sürüye karışma zorunluluğu, herkese şirin gözükme çabası, hatta gizliden gizliye kadın olmanın ender avantajlarından birini kullanabilmek adına topuklu ayakkabı, etek, çorap, gömlek, pantolon, ceket, kolye, küpe sarmalının içerisine giriyorum. Bir de tabi pozitif düşüncenin evreni harekete geçirdiği, kendimizi iyi hissetmek adına kendimize iyi bakmak, aynada gördüğümüzden memnun olalım ki başkaları da olsun diye diye bizi alışveriş manyağı yapan binlerce motto, düstur, yaşam felsefesi daha bilmem nesinin etkisini de es geçmemek lazım. Nede olsa ne olduğumuzla değil nasıl göründüğümüzle ilgileniyor herkes. En çok satan dergilerin hangi iş kadını ya da adamıyla yaptığı iş mülakatlarında başarılı olma teknikleri, birbirinden ünlü yazarların, düşünürlerin dilinden dökülen sevgili bulma ekleri ve tabii ki hayatımızın olmazsa olmazı yaşam koçları ne diyor hep bir ağızdan; insanlar önce sizin dış görünüşünüze bakarlar. Yani kibarca diyorlar ki o içi güzel olsun yeter mavalları eskide kaldı. Biz alışveriş çılgınlığını bulmadan önceydi o. 

 Ben tüm bunlara dalmışken ve dolmuş hala iki durak bile ilerleyememişken fazla arabesk tondan çalan bir telefon melodisi giriveriyor cam ile zihnimin arasına. Bir kadın sesi cevaplıyor telefonu o kahrolası müzik zihin kıvrımlarımızda epey dolaştıktan sonra. Kadın acele acele konuşuyor, dolmuşta başkalarını rahatsız etmenin verdiği utançla “tamam, tamam, tamam diyorum sana, Şeyma kapat şu telefonu, tamam geldim diyorum sana.” Karşıdaki kararlı, kapatmıyor ve ikna da olmuyor. Kadın sesini mümkün olduğunca kısıyor ama öfkenin de verdiği o sert tondan dolayı istediğinden yüksek çıkıyor belli ki. “Şeyma kızım kapat diyorum sana az kaldı, amcanların eve gittiğimiz yolun başındayım” Kadın bu cümleyi kurduğunda hala dolmuş bir arpa boyu yol almış ve kızın amcasıgilin evi her neredeyse bu sokağın yakınlarında olma ihtimali çok düşük. Belli ki kadın küçük pembe yalanlar söylüyor. Kafamı camdan ayırıp kadına bakıyorum. Hemen yanı başımda ayakta duruyor. Başında bir örtü var, üstünde uzun bir pardösü, elindeki çanta sokakta pazarda satılan ucuz türden bir çanta. Telefonu eski moda, şu akıllı olmayanlardan. Şarkı yükleyip melodi yaptığımız zamanlardan kalma hani. Birine mesaj vermek, görüşümüzü açık etmek, bizim en sevdiğimiz şarkıya başkalarını maruz bırakmaya hakkımız olduğunu sanmak, telefonun her çalışında mest olmak için harıl harıl çabaladığımız dönemlerden kalma.  

Kadın daha telefonun kırmızı kapatma tuşuna yeni basmışken telefon tekrar çalıyor. Neyse ki bu kez çok uzun süre maruz kalmıyoruz şarkıya da hemen açıveriyor. Ama telefonun açılmasıyla birlikte başlıyor yeni bir pazarlık ve ikna çalışması. “Şeyma tamam kızım geliyorum, dolmuştayım kızım. Az kaldı kızım. Sen ablanla oyna ben hemen gelecem. Şeyma yeter artık dolmuştayım. Allahhh Şeymaaaa, yeter geliyorum, kapat Şeyma, kapat kızım, kapat şu telefonu…” Kadın ya sabırlar çekerek devam ettiriyor bu ısrarcı konuşmayı biraz daha. Ama sonu gelmiyor bir türlü. Tekrar kadına bakıyorum, kadınla göz göze geliyoruz. Çok çaresizce bir an geçiyor gözlerinden gözlerime. Derinlerimde, en dibinde zihnimin bazı anlar, bazı anılar canlanıyor. Yıllar geçmiş üstünden ama yine de unutulmuyor bazı duygular. Kim bilir belki de anıları taze tutan işte bu anımsanan duygular. Yoksa insan siluetleri unutabilir, yüzleri, mekânları, sözcükleri hepsini unutabilir. Ama işte duygular unutulmuyor. Hiç kıpırdamasını istemediğim bir anlar silsilesi suyun altından geçen bir akıntı gibi sessizce içimden geçmeye başlıyor. Kadının konuşması yapış yapış bir hal alıp uzamaya devam ediyor. Önce kadına, sonra dolmuştaki herkese bir bir sıvanıyor. Herkeste bir huzursuzluk var. Dolmuş bu esnada bir arpa boyunu biraz geçebildi. Trafik allak bullak, herkes arabaları birbirinin üzerine doğru sürüyor gibi bir his geliyor yerleşiyor zihnimin boş kalmış bir köşesine. Kadın telefonu uzun uğraşlardan sonra bir kez daha kapatabildi, muzaffer bir edayla bana bakıyor. Benden biraz daha geçkince bir kadın, taş çatlasa aramızda 10 yaş vardır. Fakat hayat çok adil davranmamış ona anlaşılan. Peki ya bana karşı adil miydi? Bir dolmuş yolculuğu için çok derin buluyorum bu düşünceyi ve kıyısından dönüp hemen geri koltuğuma çörekleniyorum. Belki uzun bir şehirlerarası yolculukta, kesintisiz saatler boyunca yollar, ağaçlar, evler yanımdan akıp giderken düşünmeliyim tüm bunları diye geçiriyorum içimden. Kadına kalkıp yer verme isteği kabarıyor içimde ama sonra ayağımda ki topuklu ayakkabıyı, elimde ki bilgisayar çantasını ve bilgisayar çantama taş çıkaran kol çantamı düşününce vazgeçiyorum bu fikirden. Ancak benim içimden geçip giden düşünce yanımda ki adama dokunmuş olacak ki o kalkıp yer veriyor kadına. Kadın biraz mahcup oturuyor yanıma. O sırada tekrar çalıyor telefonu son 3-4 dakikadır çalmayışı ile herkesi şaşkına çeviren artık bildiğimiz melodisiyle. Kadın bezgin bir sesle tekrar açıyor ve yine aynı mahcup, çaresiz sesle yalvarmaya başlıyor Şeyma’ya telefonu kapatması için. Şeyma yine direniyor, anne yine yalvarıyor, bir ara sinirleniyor ve ağzından çıkarıyor baklayı “Şeyma Allah belanı vermesin Şeyma kapat şu telefonu”. Bir annenin dramı diye büyük puntolarla manşetler düşüyor zihnime. Çalışan annenin dramı, kapitalizmin köleleştirdiği kadınlar, çoluğuna çocuğuna hasret insanlar bilmem daha neler neler sıralanıyor. Kadın telefonu kapatınca bir kez daha göz göze geliyoruz. “Kaç yaşında” diye soruyorum, “Dokuz” diyor. “Yalnız mı evde?” “Yok ablası var ama oda on bir yaşında”. Yani çocuğu çocuğa emanet etmiş kadın. Hava karardı iyice, eh biraz da yol aldık. Belki bu kez gerçekten amcasıgilin evin olduğu sokağa gelebilmişizdir diyorum içimden. “nerde oturuyorsunuz, çok mu daha yol, trafikte çok fena bu akşam” diyorum peş peşe. “Öyle yaa çok sürdü, öbür dolmuşu çok bekledim, aslında otobüs bekledim gelmeyince dolmuşa bindim. Yoksa bu saate kalmıyordum. Ev uzakta biraz, çocuk avunsun diye az kaldı diyorum” diyor. Meğer aynı mahallede oturuyormuşuz, kafamdan yolu tartıyorum nerden baksan 20–25 dakika, hele bu trafikte kesin o kadar sürer. Tam sohbeti koyulaştırırken biz telefon yine çalışıyor. Kadın açmadan hemen önce, “biraz konuşun tatlı tatlı, oyalansın ufaklık. Başka şeyler sorun” diyorum bilmiş bilmiş. Oysa biliyorum bu anları, Şeyma’yı biliyorum, onun içindeki kurdu, evin duvarlarını, karanlığını, soğuğunu. “Şeyma az kaldı, pasta aldığımız pastane var ya oraya gelmek üzereyim. Az kaldı beş dakika Şeyma geldim kızım. Sen biraz yengengile git, montunu giyin, ben gelir seni oradan alırım, hadi kızım, geliyorum. Az kaldı Şeyma, ağlama Şeyma, geldim az kaldı” Şeyma iyice sazı eline almış, ağlamakta tutturmuş anne koltuğun ucuna oturuyor. Sanki o böyle misafir gibi oturursa dolmuş daha hızlı gider. Sanki o yerleşmezse yerine herkes anlar evde Şeyma ağlıyor, onun yolunu gözlüyor. Kıpır kıpır elleri, gözleri delişmen. Çantanın kulpuna sarılmış sıkı sıkı. Nihayet kapatıyor telefonu. Tekrar başlıyoruz konuşmaya; “korkuyor herhalde evde” diyorum. “korkar yaa, küçük ablası” diyor mahcup. Kızının küçüklüğüne mi eziliyor yoksa onu küçücükken bırakıp gidişine mi kendisi de bilmiyor belki. “nerde çalışıyorsun?” diyorum. Uzak, zengin bir muhitte hafta da 2–3 gün temizliğe gidiyormuş. Önceleri pek razı olmamış gönlü ama eve üç beş kuruş katkısı olsun diye, napsın kocasının kazandığı ancak boğazlarına yetiyormuş. 2 çocuk, ikisi de okuyor. Kadın da kendince katkı sağlıyor ev ekonomisine. İki çocuğa kıt kanaat bakıyorlar, peki ya düşünmeseler sonunu bir üçüncü, dördüncü, Allah ne verdiyse deyip öyle girseler yorgan altına halleri hepten harap o zaman.  “ama böyle yaparsa kız zor. Her gün sabah ayrı finifizah akşam ayrı. Aslında sabahçı değil de öğlenci olsalardı iyiydi. Akşama kadar okulda olurlardı, benim de aklım kalmazdı” diyor. Okul bir eğitim yuvası değil onun gözünde, o yokken çocuklarına göz kulak olacak, evde kibritle oynamasınlar, yangın çıkarmasınlar, kavga etmesinler, annelerini özlemesinler diye götürülüp bırakılacak bir yer.  

Kendi öğrenciliklerim geçiyor gözümün önünden, okuldan gelince daha önlüğümü çıkarmadan kardeşlerime yemek hazırlama telaşı, dün akşamdan kalan bulaşıkların yıkanması, akşam yemeğinin pişmesi, evin de en azından şöyle bir toparlanması. O zaman cep telefonu da yok, anneyi arayıp ağlamak mümkün değil, belki kendi kendine ağlanırdı en çok. Ağıtlarda bile bir yalnızlık. Yemek ocakta uyuya kalmalar, bazen tuzu bazen suyu tutturulamayan pilavlar, düdüklü tencere tehlikeli görüldüğünden saatlerce pişirilen fasulyeler, soğuk sudan şişen eller… Gözümün önünde bir dizi anı, ya da bir dizi kötü an, kadının anlattıklarını yakalamaya çalışıyorum. Ev almışlar borçlanmışlar biraz, yoksa gerek yokmuş çalışmasına aslında. Sesinde bunu söylerken belli belirsiz bir böbürlenme geçiyor. Ee tabi ev mühim mesele, bir evi olmalı insanın bu darı dünyada. Yıllarca eşek gibi çalışarak, bankalara borçlanarak da olsa bir evi olmalı. Tapuya adını yazdırmak mühim, Şeyma’nın evde ağlaması geçer, şunun şurasında bir iki yıl daha. Sonra zaten aklı ererse ağlamaz o kadar. Bak büyük kız ağlıyor mu bekliyor annesini sessiz sessiz. İki kardeş iyi geçiniyorlar aslında ama bazen işte Şeyma huzursuzluk çıkarınca büyük de avutamıyor onu. Kadın su gibi anlatıyor, sanki benim çocukluğumu, onun çocukluğunu, karşı apartmandaki kadının, aşağı mahalledeki, bilmem daha hangi şehirde ki, hangi ülkedeki binlercesinin çocukluğunu anlatıyor. Ama Şeyma müsaade etmiyor ki annesine. İşte yine başladı o arabesk şarkı. Kadın yine aynı sabrın sonunda deniyor ikna etmeye. Yolda az kaldı. Bu kez gerçekten az kaldı. Hani bazen zamanın normalden daha yavaş, daha yapış yapış geçtiğini hissettiğiniz anlar vardır öyle bir azlık bu. 1 dakikanın içindeki her bir saniyeyi tüm hücrelerinizde hissettiğiniz anlardan. “tamam Şeyma giy montunu beni balkonda bekle, bak geldim, az sonra göreceksin bekle beni Şeyma. Gelirken çikolatada alırım, bekle. Tamam uğramam bakkala Şeyma gelince sen aşağı in birlikte gidelim. Tamam Şeyma…” Daha bir sürü tamam Şeyma’lı cümle kuruyor. En sonunda kadın bir tercih yapıyor. Kızının ağlaya ağlaya beklemesindense soğukta titreyerek beklemesi daha iyi geliyor.  

Kadın bana kaçtığım ne varsa onu hatırlatıyor. Daha tam Şeyma kadar bile yokken önce hastanede yatan iyileşir iyileşmezde işe başlayan annemi. İlk yemek yapışımı, mutfak tezgahına yetişmek için sandalyelere tırmanışımı, yoksulluğu, yoksunluğu, başkalarının evinde hizmetçilik yapan, üç kuruşa tuvalet temizleyen annemi, annemi isterim diye ağlayan kardeşimi, bize kol kanat geren abimi, evin soğuk odalarını, kışın buz gibi akan sularını, okul önlüğümü, çokça hüzünlü anıyı, ama hep bir kekremsi, boğaza düğümlenen acıyı…  

Kadın bana beni hatırlatıyor. Lakin hep derine, diplere gömdüğüm, artık iş güç sahibi olduğumdan istediğim yerden alabildiğim elbiselerin altına sakladığım, biraz boyaladığım, biraz yumuşattığım, bolca eğittiğim, ehlileştirdiğim, toplumla kaynaştırdığım yanlarımı hatırlatıyor. Törpüleye törpüleye düzleştirdiğim her şeyi birden bire karşıma dikiyor, dimdik gözümün içine batırıyor. Kadın beni biraz yıpratıyor, bolca eskitiyor.  

İşte bu kez köşeyi dönüyor dolmuş, az kaldı. Kadın kızına, Şeyma annesine kavuşacak. Dolmuştaki herkes huzura kavuşacak, bol Şeymalı bol tamamlı bir seyrü seferden sonra.    Peki yaa ben, ben ne olacağım? Ben neye kavuşacağım? Kadın dolmuştan inip hızlı hızlı eve koşarken ben silebilecek miyim zihnimden onu aynı hızla. Bana hatırlattıklarını, kaçtığım, korktuğum ne varsa onları silebilecek miyim? Ahh ama bende! Artık modern çağda yaşıyoruz. Biraz alışveriş yaparım dağılır sıkıntım. Olmadı saçımı değiştiririm veyahut hafta sonu iki günlük bir kaçamak yaparım. Hatta şimdi sonbaharın son demlerinde sapsarı yapraklarıyla o çok güzel olan yere giderim. Neydi adı, hatırlayamadım birden, neyse canım Google’a sorarım o biliyordur. Daha da olmazsa profesyonel destek alırım. Artık bu ayıp bir şey değil ya. Herkesin ihtiyacı olabiliyor hayatının bir döneminde. Parasıyla değil mi, veririm parayı onlar da bana desteklerini verirler. Olmadı ilaç verirler, önce biraz sersemletiyormuş ama sonra iyi geliyormuş, böyle bir gevşeme, bir rahatlama, halinden memnun olma falan. Sonra şükrederim halime, bugün geldiğim yere, iş güç sahibi, kariyer yapan, bilmem kaç lira maaş alan -ki bu maaş bu ülke ortalamasına göre iyi bir maaştır- sosyal, hobileri olan, arkadaşları, dostları, çevresi olan biriyim. Geçer elbette, en azından bir sonra ki yüzleşmeye kadar geçer… 

Yazar
Gonca Atalay
1986 yılında Yozgat’ta doğdum, 1990 yılından beri Ankara’da yaşıyorum. Karadeniz Teknik Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler okudum. Çalışma hayatıma ikiz kızlarımdan sonra kısa bir mola verdim. İlkokul sıralarında başladığım yazma ve okuma çalışmalarım kızlarımdan kalan zamanlarımda halen devam ediyor. 2018 yılında UMAG’da yazma üzerine verilen seminerlere katılarak Gürsel KORAT, Mehmet EROĞLU, Çiğdem ÜLKER gibi isimlerle çalışma imkanı buldum. Öykülerimden bazıları Ada, Edebiyatist gibi dergilerde yayımlandı. Edebiyatın yanı sıra uzun süredir fotoğrafçılık ile de ilgileniyorum. Çeşitli karma sergilerde fotoğraflarım sergilendi.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın