Öykü

Eski Mahalle

Hava hafiften kapatmaya başladı. Ha yağdı ha yağacak. Ama olsun, oldum olası severim sonbahar yağmurlarını. Bir de ince ince yağıyorsa değmeyin keyfime. Çocukluğumun geçtiği sokaklarda, çocukluğumu anımsatan bir hava… Arkadaşlarımla top peşinde koştuğum sokaklar yağmur altında daha da güzel olurdu. Ne yağan yağmura aldırış ederdik ne de çamur olan üstümüze başımıza.  En büyük tutkumuzdu bu sokakta futbol oynamak. Yol kenarından bulduğumuz irice taşlardan çift kale yapardık. Sonrasında sıra takımı kurmaya gelirdi. Mahalle kültüründe büyüyen herkes bilir. Topu olan takımı kurar. Canının istediğini oynatır, istemediğini oynatmaz. Top sahibi olmakta öyle kolay değildi, biriken harçlıklarla zar zor alınırdı. Büyük bir heyecanla başlayan maçın sonunda muhakkak bir bahis olurdu. Yenilen takım aralarında topladıkları parayla ya kola alırdı; ya da abur cubur yiyecek bir şeyler. Bazen birimizin cebinden hiç para çıkmazdı. Kendi aramızda halleder, takım ruhunu bozacak ve arkadaşımızı rencide edecek en ufak bir davranışta bulunmazdık. Maç sırasında bir de yağmur bastırırsa rekabet daha bir amansız olurdu. Çocuk aklıyla kıyasıya mücadele eder, karşı takımı alt etmek için kendimizi paralardık. Düşünüyorum da ne kadar safça ne kadar temiz duygularla mücadele ederdik. Alınan kola ve abur cuburlara, yenilen takımın parası yetmeyince yenen takım da yardım ederdi. Yetiştiğimiz mahalle kültürü bize böyle öğretmişti; arkadaşının açığını kapatmayı, yardımcı olmayı, omuz omuza olmayı…

***

O günlerden bu yana ne çok şey değişmiş. Çocukluğumuzda top peşinde koştuğumuz sokağı tanıyamıyorum. O yıllarda, sokakta park halinde tek tük araba olurdu. Arada bir sokaktan geçen arabalara yol verir, sonra kaldığımız yerden maça devam ederdik. Ama şimdi, sokak sağlı sollu her yere park eden arabalarla dolmuş. Beraber yürüdüğüm çocukluk arkadaşım Mehmet’e döndüm:

“Mehmet, burası bizim top oynadığımız sokak mı?  Eminsin dimi?”

“Maalesef dostum.”

“Sokağın her iki tarafı beton yığını olmuş, Göz alabildiğince apartman blokları uzayıp gidiyor. Ayrıca her yerde mantar gibi arabalar var.”

“Siz mahalleden gideli yıllar oldu. Buralarda bir ben kaldım dostum ve zamanla çocukluğumuzun tüm anılarıyla birlikte, mahallemizin yok olup gittiğine tanıklık ettim.”

“Desene artık bu sokaklarda çift kale maç sadece geçmişten güzel bir anı… Düşünüyorum da şimdiki çocuklar ne kadar şanssız.”

“Biz yıllardır burada bu dönüşüme alıştık dostum. Maalesef alışmak zorunda kaldık.”

Anlaşılan acımadan buraları da talan ettiler. Daha fazla para kazanmak için ardı ardına yükselen bloklar, arabalarla dolup taşan sokaklar… O eski, çocukluğumuzun mahalle kültürü göz göre göre yitip gitmiş. Hüzünlendim doğrusu. Doğup büyüdüğüm mahalleye yıllar sonra ilk defa gelmiştim. Yıllar önce, bürokrat olan babamın iş değişikliği sebebiyle taşınmıştık buralardan. Lise ikinci sınıfa kadar büyüdüğüm yeri, mahallemi tanıyamıyordum. İçimden küfür ediyordum. İsyan etmemek elde değildi. Ne kadar güzeldi bizim şirin mahallemiz. Maksimum üç dört katlı apartmanlarda, balkondan balkona muhabbet ederdik. Akşam ezanına kadar sokakta top koşturduktan sonra, annem pencereden seslenirdi. “Tolga, Tolga” diye. Kan ter içinde eve girdiğimde dakikalarca süren anne azarından sonra elimi yüzümü yıkayıp sofraya otururdum. Hey gidi günler…

Yağmur yavaştan atıştırmaya başladı. Yağan yağmurla birlikte daha da hüzünlenen gözlerim, çatallaşan sesimden Mehmet de etkilenmiş olacak ki bir an o da duygusallaştı.

“Mehmet, şu köşedeki apartmanın birinci katında bir amca vardı hatırlıyor musun?”

“Hatırlamaz mıyım hiç Fazlı amcayı.”

“Top peşinde koşarken çok gürültü yapıyoruz diye, bağırıp çağırırdı bize. Hatta birkaç defa bizi kovalamıştı.”

“Bir defasında da topumuzu patlatmıştı. Ama biz yine de her bayram gider, elini öper harçlığımızı alırdık. İşin en komik tarafı da o parayla gider yine top alırdık.”

“Hey gidi günler hey… Huysuzdu falan ama tatlı adamdı Fazlı amca.”

“Rahmetli olalı epeyce zaman oldu.

“Ya köşe başındaki bakkal Ali abi? Halen duruyor mu?”

“Ah be Tolga, bu kadar süpermarket ve alışveriş merkezinden sonra kim alış veriş yapar mahalle bakkalından?”

“Desene eskiye dair hiç bir şey kalmamış…”

Uzunca süre hiçbir şey söyleyemedi Mehmet. İkimizde çiseleyen yağmur altında bir yandan yürürken bir yandan da hüzünlü gözlerle etrafa bakıyor; eskiye dair bir şeyler yakalamaya çalışıyorduk. Ama nafile… Geçip giden yıllar her şeyi yok etmişti. Aslında her şeyi böylesine talan eden şey zaman değildi. Zaman sadece bizim mahvettiğimiz şeyleri normalleştirmek için bulduğumuz bir kılıftı. Sokağın sonuna doğru geldiğimizde caddeye açılan köşede bir kavak ağacı vardı ve altında da soğutmalı bir sebil. Tabi ki o zamanlar vardı. Şimdi ne kavak ağacı var ne de çocukluğumuzda kana kana su içtiğimiz sebil…

Biraz daha yürüdükten sonra biraz soluklanıp sohbeti koyulaştırmak için köşe başındaki kafeye oturduk.

“Yağmurda iyice hızlandı. Çok ıslanmadan oturduk.” dedi Mehmet.

“Evet, hem sıcak bir şeyler içer hem de sohbete devam ederiz.” dedim.

Oturduğumuz masa tam da çocukluğumuzda su içtiğimiz sebile bakıyordu. Bir yandan kahvelerimizi yudumlarken diğer yandan yağmur altındaki köşeye dalıp gitmiştik. Sanki kavak ağacı ile sebilin ruhu oradaydı ama kendilerinden eser kalmamıştı. Birden aklıma mahalle arasında kurulan pazar yeri geldi. Henüz dokuz on yaşlarında olduğumuz yıllarda, yaz aylarında Mehmet’le beraber sırtımıza yüklediğimiz buzlu termosla su satardık. Mehmet sırtında buzlu termosu taşır, ben de elimde plastik bardaklarla pazar yerindekilere su verir ve para alış verişini yapardım. Çekinerek pazar yerini sordum Mehmet’e.

“Mehmet, su sattığımız pazar yerinden ne haber?”

“Orası da tarih oldu dostum. Belediye büyük bir semt pazarı yaptı. Üstü kapalı ve epeyce büyük. Yanında da bir sürü kafe açıldı. Yani dostum ne o eski pazar yeri kaldı ne de su satan çocuklar.”

Derin bir ah daha çekiyorum içimden. Daha nice anıyı sormaya dilim varmıyor. Zeliha teyzeyi, Almancı komşumuzun kızı Ebru’yu ve toptancı Şahin amcayı… Korkuyorum. Kaybolup giden anılardan ve yaşadığımız şimdiki zamanın o günleri aratmasından korkuyorum. Ara sıra dalıp gidiyorum. Kah sokağa bakıyorum kah kaldırıma düşen yağmur tanelerine. Kaldırım taşları bile değişmiş. O eski beton kaldırım taşlarından eser kalmamış. Mehmet dürtüyor… “Kahven soğuyacak.”  diye sesleniyor.

“Neden bu kadar düşünceli ve üzgünsün dostum? Sonuçta zaman ilerliyor, teknoloji çağındayız ve her geçen gün yeni bir şeyler çıkıyor. Binalar da değişiyor, yollar da ve hatta bizler de…” diyor kadim dostum Mehmet. Haksız da sayılmaz. Evet, 25 sene öncesinde ne tableti bilirdik, ne akıllı telefonu ne de sosyal medyayı. Arkadaşlık isteğini yüz yüze söylerdik. Akıllı telefonlarda oyun yerine mahallede futbol oynardık. Küçücük bilyelerle kurduğumuz oyunlar bizi dünyanın en mutlu çocuğu yapardı. O zamanlar cep telefonu yoktu, balkondan balkona haberleşirdik. Çocukluk aşkım, Almancı komşu kızı Ebru ile çoğu zaman balkondan balkona işaret diliyle anlaşırdık. Çok az şeye sahiptik; ama aslında sahip olduğumuz onca şeyin biz farkında değildik. Şimdi çocuklarım benden çok daha fazla şeye sahip; ama aslında o kadar eksikler ki… Hiçbir zaman sokakta futbol oynamanın ve paylaşmanın tadına varamayacaklar. Acıktıklarında, sepetten sarkıtılan salçalı ekmeğin tadını da alamayacaklar; yüz yüze arkadaşlığın, dostluğun önemini de. Komşu kızı, komşu oğlu muhabbetinden ise haberleri dahi olmayacak.  

Yıllar sonra metropolün onca kargaşasından, koşuşturmacasından bir tutam nefes almaya, anılarla tazelenmeye gelmiştim tam yirmi beş yıl sonra. Çocukluk arkadaşım Mehmet’i yıllar sonra Facebook’tan bulmuştum. Sanırım insanoğlu yaşı ilerledikçe eskilere özlem duyuyor. Hep o eski sıcaklığı, içtenliği arıyor; ama nafile… Mehmet’le bir araya geldiğim ilk an gözümden süzülen yaşlara engel olamadım, dakikalarca sarıldık birbirimize. Uzun uzun göz göze baktık. Tabii eski Mehmet’ten eser yoktu. Saçları dökülmüş, bıyık bırakmış eh biraz da göbek yapmış. Ama değişen sadece Mehmet ve ben değildik;  ne doğup büyüdüğüm bina aynıydı ne de o eski asfalt sokak. Top peşinde koşturduğum sokakta yürürken anılar birer birer kayıp gidiyordu gözümden yıldız misali…  Buraya gelmeden önce elimi attığım yerde bulmayı ümit ettiğim anılarım yok olup gitmişti. Kabullenmek zorunda mıydım? Değişen dünyayı, sanal arkadaşlıkları, dört duvar arası evden işe işten eve hayatı kabul etmek zorunda mıydım? Sanırım evet. Buralardan ayrılmayan kadim dostum Mehmet bile kanıksamış artık; ben neden yıllar sonra diretiyorum ki?  Tamam, daha fazla direnmiyorum, ne Fazlı amcayı, ne bakkal Ali’yi, ne komşu kızı Ebru’yu ne de arkadaşlarımla paylaştığım salçalı ekmeği artık aramıyorum. Hayallerimde yaşatmaya karar veriyorum. Olur ya; ara sıra hatırlar tebessüm ederim…

Yazar
Arif Tan
1987 yılında Antalya’da doğdum. Dokuz Eylül Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitirdim. Üniversite yıllarımda başta Sigma olmak üzere çeşitli dergilerde editörlük ve yazarlık yaptım. Daha sonraki yıllarda Marmara Üniversitesi’nde MBA yüksek lisansımı tamamladım. Şuan mühendislik yaptığım İstanbul’da aynı zamanda çeşitli sektör ve kültür-sanat dergilerinde yazarlık yapıyorum. Bir taraftan da hali hazırda ekonomi doktorama devam ederken diğer yandan da öykü çalışmalarımı yürütüyorum.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın