Makale

Onat Kutlar’ın gözünden bugüne bakmak

Onat Kutlar, uğradığı suikastın ardından 11 Ocak 1995 günü hayata gözlerini yumduğunda geride satır satır incelenmesi, üzerine düşünülmesi ve dersler çıkarılması gereken çok değerli bir külliyat bıraktı.

Onat Kutlar denildiğinde akla öncelikli olarak sinema yazıları ve senaryoları gelse de; şiirleri, öyküleri ve denemeleriyle de yaşadığı dönemin toplumuna ışık tutmuş ve herkesi tekrar tekrar düşünmeye ve mücadele etmeye çağırmıştır. 

Onat Kutlar döneminde yaygın olan post-modernizmin insan davranışlarını ve olayları ayrı ayrı ele alma anlayışının tersine, insanların siyasal bir varlık olduğu gerçeğinden hareket ediyor, onların tüm hareketlerinin politik olduğunu, bireysel olanın aslında toplumsal olduğunu vurguluyordu. Kutlar’ın tüm eserlerine de bu yaklaşım damga vurmuştu.

Sinema Sanatında Onat Kutlar

Kutlar bu bakış açısını Birikim dergisinin ilk sayısı için sinema sanatı üzerine kaleme aldığı  “Toplumcu Gerçekçi Bir Sinema Sanatı için Teorik Alanın Gözden Geçirilmesi Amacıyla İlk Notlar”[1]başlıklı makalesinde şöyle ifade ediyordu:

“Ülkemizdeki toplumsal yapının bütün koşulları göz önünde tutulmak, bu koşulların sınırladığı alan içinde düşünmek kaydıyla, sinema sanatçımızın ilk görevi “kimlerin gerçeğini yansıttığını bilmek”, sanatı “kimin yararına yaptığını bilmek” ve “kendi halkıyla anlaşabilmenin olanaklarını araştırmaktır”. Bu üç öğe biraz açıldığında, sırasıyla üç soru çıkıyor karşımıza: Halkın gerçeği nedir ve nasıl öğrenebiliriz? Halkın çıkarı ve yararı nerededir? Halkın kolayca diyalog kurabildiği halk sanatkârlarından nasıl ve ne ölçüde yararlanabiliriz?”[2]

Onat Kutlar’ın bu bakış açısı Senaryolar[3] adlı kitabındaki senaryolarında belirgin şekilde kullanmıştır. Kitapta yer alan Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İstanbul adlı sinopsislerde eserlerin kendilerinde yer almasa da politik atmosfer dahil edilmiş, böylece okurun karakterleri toplumsal hayatta yaşanan değişimlere bağlı olarak algılanması sağlanmıştır. Örneğin Kuyucaklı Yusuf’ta orijinal eserde yer almayan İttihat Terakki’nin rolü, Balkan Savaşı, 1908 yılındaki özgürlük algısı ve Osmanlı’nın kapitalist mülkiyet ilişkilerinin yayılmasından ne şekilde etkilendiği Kuyucaklı Yusuf’un çevresi ile ilişkisi bağlamında ele alınmıştır. Aynı şekilde Kürk Mantolu Madonna’da İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası Almanya’nın durumu, savaşın Türkiye’ye etkileri ve tüm bu yaşananların Rauf Bey’in hayatına etkisi vurgulanmıştır.

Edebiyatta Onat Kutlar

Onat Kutlar’ın Türkiye sinemasına yapmış olduğu katkılardan dolayı bu alandaki çalışmaları ön plana çıkmış olsa da, o aynı zamanda eşsiz bir entelektüel ve yazardır da. Öykülerinden oluşan İshak’ı henüz 23 yaşında yayınlamış olmasına rağmen Fethi Naci’nin ifadesiyle kitabında “belki de dünyadaki ilk büyülü gerçekçi öykü örneklerini bir araya getirmiştir”.

Onat Kutlar Yeter ki Kararmasın… adlı eserinde 12 Eylül’ün karanlığından bahsederken bilinmeyen birine seslenir gibi seslenir:

Bu mektuplar sanadır sevgili arkadaşım.

Adını bile bilmediğim sana.

Öylesine yakından ve derinden tanıyoruz ki birbirimizi,

öylesine ortak bir umut ve bilinçle paylaşıyoruz ki yeryüzünü,

yaşama öylesine inanıyoruz ki,

adını bilmesem ne çıkar?[4]

Aslında seslendiği başta dönemin entelektüelleri olmak üzere toplumun tamamıdır. Onat Kutlar, 12 Eylül’ün ardından geçen süreci bir alacakaranlık olarak nitelendirir.

“Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlıkta görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışık. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köşe sarhoşluğu ile dolanıyoruz.”[5]

Kitabında yaşananları asla yok saymaz ama umudunu da yitirmez.

“Şimdi kış. Pek yaprak görünmüyor dallarda. Ama hep biliyoruz. Bahar mutlaka gelecek. Ve hep birlikte duyacağız yapraklarda dalların sesini.”[6]

Umudunu yitirmemekle de kalmaz bu durumdan çıkış yolunu da gösterir mektuplarında. Kendi yalnızlığından dert yanmayı, umutsuzluğa kapılmayı asla aklına getirmez. Tam bu noktada Şuşkin’ başvurup karamsarlığa kapıyı aralar: “‘Bir insanın yalnız başına kaldığında ne denli acı çekeceğini o güzel, o ay ışıklı gecede öğrendim’”[7] Ama hemen ardından karamsarlığa kapılarını sıkıca kapatır: “[Şuşkin’i kast ederek] Neden yalnız olayım? İşte bir dost, hemen geliverdi…” der ve ekler:

“… Tıpkı Şuşkin gibi, geçmişi bilecek kadar yaşadım ve önümde geleceğe inanacak kadar zaman var. Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumları ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. Her şeyi değiştirebilir bu. Çünkü ay ışığı, güzel gereksinimlerin tanrıçasıdır. Ve o ışığı yok etmek mümkün değil. Şuşkin’in öyküsünün son cümlesi: ‘Ay ışığı pencereden içeri doluyordu. Ah, ay nasıl da parlıyordu ay! Yeryüzü ister coşkuyla dolsun, ister acıyla, parlayacaktı hep böyle’”[8]

Ama Onat Kutlar umudunu yitirmemekle de kalmaz, toplumsal hayatta yaşanan bu karanlıktan başta kendi olmak üzere bu duruma sessiz kalan bireyleri hedef alır ve sorar:

“Gevezelikleri bir yana bırakalım ve şu soruya bir cevap arayalım. Niçin ben susmak zorundayım? Açın gözlerinizi, burnunuzu dikin ve kulak kesilin: Çürümeyi duyuyor musunuz? Siz başka türlü görseniz de şu çok yaşlı toprağımızda her günün tufanından artakalan sayısız şeyin kokuştuğunu, çürüdüğünü biz biliyoruz. Nereye gitseniz yaman ve ikiyüzlülükle dokunmuş halıların üstünden geçiyorsunuz. Ama bir koku, dayanılmaz bir koku gelmiyor mu burnunuza? Kırbacın rüzgârı, uykunun sisleri ya da altın varaklar kapatabilir, dağıtabilir mi bu pisliği? Çocukların sessizce geleceğin denizlerine kürek çektiklerine bakmayın. Ayaklar geçmişin zincirleriyle yeniden bağlanıyor. Bilginler gittikçe küçülen kurtlar gibi kendi kitaplarının ciltleri arasına gömülüyor. Kendi kuyruğunu yiyen bir masal hayvanı gibi ağır ağır ölüyor yaşam. Ortalıkta dolaşanlar yalnızca çerçiler ve tacirler. Çürümeye yüz tutmuş bir meyveyı evden eve dolaştırıyorlar.

“Bütün bu olup bitenlerde sorumluluğumuz yok mu? Elbette var. Ama niçin susmak zorundayız? Sunduğunuz meyva yeni değil. Çünkü daha dalındayken ölümle lekelendi. Çürüyor ve düşecek. Bunu görüyor ve söylüyoruz.

“Üstelik umutsuz da değiliz. İsterseniz diyalektik düşünün, isterseniz başka türlü. Çürüyen meyvadan çıkar yeni ağaçların tohumu. Doğa’nın da insanın da gençliği bu yüzden muhalif’tir. Ve sizin ‘hayallerinizin bile ulaşamayacağı’ yepyeni bir yaşam oradan doğar. Saydam bir takvime bakar gibi alçakgönüllü, ama dürüstçe görüyoruz bunu. Ama neden susmak zorundayız?”[9]

Onat Kutlar, Bahar İsyancıdır’da da aynı tavrını sürdürür. Mücadele etme konusunda bizleri karamsarlığa itenlere, birbirimizi anlamamızı engelleyenlere ve geleceği karartanlara karşı inadına bir araya gelmeyi savunur.

Onat Kutlar’ın gözünden bugüne bakmak

Yukarıda anlattıklarım okuyucuya salt bir Onat Kutlar anması olarak gelebilir. Ama değil. Dünya ve Türkiye yeniden ekonomik krizlerin ve savaşların gölgesinden geçiyor. Ve hepimiz bir kez daha aynı sorunla karşı karşıyayız. Her birimiz sıcak köşelerimizde oturup olan bitenleri uzaktan izleyecek miyiz? Yoksa Onat Kutlar’ın da belirttiği gibi bizi karamsarlığa itenlere inat mücadele mi edeceğiz?

Peki ya entelektüeller, yazarlar? Onlar da ‘gittikçe küçülen kurtlar gibi kendi kitaplarının ciltleri arasına mı gömülecekler’? Yoksa onlar da çıkıp yaşananları tüm çıplaklığıyla halka anlatmak için mücadele mi edecekler?

Gelin konuya yine Onat Kutlar’ın anlatımı ile açıklık getirelim:

“Evet, kargaların iliklerini sömürmek için kemikleri takır takır çatılara vurdukları günlerde yaşadıklarımız onur-iliğimize dokunuyor. Peki edebiyatın omurgası nerede? Bir diş hekimi, bir sivri gereçle dişinin sinirine dokunmadıkça yerinden sıçramazsın. Ama oraya dokunulmadıkça bir şey yapmaya olanak var mı? Günümüzdeki edebiyat, yaşadığımız günlerin, hadi daha genel söyleyelim, yaşamın özüne dokunuyor mu? İlle de bir ‘angajman’ı söz konusu etmek istemiyorum. Ama edebiyat, lonca içi kuşdilinden başka bir dili, başka insanlarla konuşmalı değil mi? Yaşam öylesine geniş olanak tanıyor ki… Şimdi değilse ne zaman konuşacağız ölümü, özgürlüğü, aşkı, tutkuyu, duvarları, çocukları, acıyı, kabına sığmaz sevinci, oyunları, bahçeyi ve denizi ve daha nice şeyleri ve hiçbirini Divan edebiyatının ‘mazmunları’ haline getirmeden ve okurla anlaşarak, ne zaman?

“İçimde öyle bir duygu var ki, tıpkı geçmiş yılların senin de çok iyi tanıdığın Sinematek seyircileri gibi okurlar da olağanüstü sabırlı ve saygılı. Hani hatırlarsın, film bulamadıkça hep Potemkin gösterdiğimiz (fena da yapmadığımız) o yıllarda, Ömer makine dairesinde bozuk gösterici ile terleyerek uğraşırken salonda sessiz üyeler Eyyub peygamberin sabrı ile beklerlerdi. İçlerinden neler geçtiğini bilirdim, ama bir gün bile saygısızlık etmediler. Sesleri çıkmıyor diye kızardım onlara. Gülümseyerek bakarlardı. Çünkü çook hoşgörülü idiler. Okurlar da öyle. Onlar da dönüp dönüp potemkinlerini okuyorlar belki, gülümseyerek. Okurların çok akıllı olduklarına inanıyorum. Bunu son zamanlarda sık sık yapılan ve bazılarına ‘hasbelkader’ –ne demekse- benim de katıldığım açık oturumlarda gözlerimle gördüm. Edebiyat öğretim yeri değildir elbette, daha iyi bir örnek bulamadığım için kusura bakma. Ama öğretmenle öğrencinin yer değiştirdiği zamanlar olur. Bu durumdan öğretmenin çıkaracağı önemli dersler vardır.

“Amacım, çoğu işini yiğitçe çalışan yazarlarımızı suçlamak değil. Bilirsin, kimseye yararı yok bunun. Ama onlarla ve seninle alçak sesle konuşmak. Ve okurlarla. Özellikle onlarla. Arada içlerine bir kuşku giriyorsa, acaba bütün bunlar önemli de ben mi anlamıyorum, acaba modern edebiyat da modern matematik, modern mantık gibi bir şey mi diye düşünüyorlarsa, kuşkunun peşini bırakmamalarını salık vermek. Edebiyat onlar için değilse kimin içindir?”[10] Onat Kutlar bugün yaşasaydı muhtemelen bu soruları kelimeleri belki biraz değiştirerek yeniden sorardı. Ama onun ölümünün 26.yılında bu soruları hepimiz kendimize sormalıyız. Çünkü öğrenciler hızla öğretmenliğe soyunuyorlar. Peki edebiyatçılar bu durumda ne yapacaklar? Bugün yaşananları ne zaman ve nasıl anlatacaklar?


[1] Onat Kutlar, “Toplumcu Gerçekçi Bir Sinema Sanatı için Teorik Alanın Gözden Geçirilmesi Amacıyla İlk Notlar”, Birikim, Sayı 1, 1975

[2] A.g.m., s. 11

[3] Onat Kutlar, Senaryolar, Yapı Kredi Yayınları, 2014

[4] Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın…, Yapı Kredi Yayınları, 2012

[5] A.g.m., s. 22

[6] A.g.m., s. 47

[7] A.g.m., s. 18

[8] A.g.m., s. 19

[9] A.g.m., s. 73-74

[10] A.g.m., s. 10-11

Yazar
Bahadır Eren
1985 İstanbul doğumlu. Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı ve Anadolu Üniversitesi İktisat bölümlerinden mezun. Ama uzun süredir bol bol okumak ve zaman zaman yazmakla meşgul. Hayatını idame ettirmek için hali hazırda çalışmakta ve kendisine kalan zamanda da okuyup yazmakla meşgul bir kişi.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın