Fethi Naci’nin, 15 Kasım 1980 tarihinde Sanat Dergisi’nde kaleme aldığı Türkiye’de roman var mı? başlıklı yazısının ardından edebiyat dünyasında uzun soluklu bir tartışma başladı. Birçok yazar ve akademisyen bu tartışma vesilesiyle Türkiye Edebiyatı’na bir bakış attılar ve onun tarihinde romanın yeri üzerine birbirinden güzel makaleler kaleme aldılar. Dinozor ailesi olarak Türkiye Edebiyatı’nda roman üzerinde birbirinden farklı yaklaşımları okuma fırsatı bulacağınız bu makalelerin tamamını sizlerle paylaşmaktan keyif alacağız.
***
Türkiye’de roman var mı?
Zaman zaman bir romancımızın «Türk romanı Avrupa romanı düzeyindedir.» gibilerden bir söz ettiği olur. Gerçekte, romancımız, «Benim romanlarım Avrupa romanları düzeyindedir.» demek istemektedir, ama bunu açıkça söylemek pek kolay olmadığı için, öteki romancıları hiç beğenmese de zorunlu bir alçak gönüllülükle, «Türk romanı Avrupa romanı düzeyindedir.» der.
İlk Türk romanı 1872’de yayımlanmış: Şemsettin Sami’nin «Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat»ı. Sadece edebiyat tarihi açısından bir değeri var bu romanın; hatırlansa hatırlansa, okullarda, öğrencilerin başlarına bela açmak için sınav sorusu olarak hatırlanır.
İlk Türk romanı yayımlanmadan önce batıda yayımlanan ünlü romanlardan birkaçım anmakta yarar var: Stendhald’den «Kızıl ve Kara» (1830), «Parma Manastırı» (1839), Balzac’tan «Goriot Baba» (1833), Gustave Flaubert’den «Madame Bovary» (1857), Hermanne Mehille’den «Moby Dick» (1951), Tolstoy’dan «Savaş ve Barış», Dostoyevski’den «Budala» (1869), «Ecinniler» (1870)…
Batıda bu romanlar yayımlanırken bizim toplumumuzda görülen anlatı türleri Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha gibi Farsçadan kaynaklanan mevnevîler, ya da sözlü anlatım geleneğine bağlı olan Köroğlu, Kerem ile Aslı, Battal Gazi gibi halk hikâyeleriydi.
Şemsettin Sami’nin romanından on sekiz yıl sonra «Aşk-ı Memnu» yayımlanır: 1900’de. Halit Ziya Uşaklıgil’in bu romanıdır gerçek anlamda ilk Türk romanı. Çok az romanımız seksen yıl gibi uzun bir süreye dayanabilir, oysa «Aşk-ı Memnu» bugün bile beğenilerek okunmaktadır. 1872 ile 1900 arasında roman alanında alınan yol, insanı şaşırtacak kadar büyük bir başarıdır. Üstelik ülkemizde romanın gelişmesini önleyen, ya da en azından geciktiren nedenler olduğu gibi dururken!
Ülkemizde romanın gelişmesini geciktiren nedenler, dedim. Nelerdi bunlar?
Gerçek roman, yani on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın romanı batıda, burjuva yaşam biçiminin belirmesiyle ortaya çıkmıştır. Burjuva toplumunun insan örneği ise «birey»dir. Oysa, aynı yüzyıllarda, Osmanlı toplumunun ekonomik yapısı «birey»in ortaya çıkmasını engelleyen bir ekonomik yapıydı. Bir bilim adamımız, bu konuda şöyle diyor: «Bir iktisadi fonksiyon üzerine kurulu olan reayanın ve devletin anonim varlığı, toplum içinde birey-insanın yetişmesini engellemiştir. Osmanlı toplumunun devlet ve reaya arasında birlik yaratan iktisadî mantığı bireyin toplum içinde özel ve bağımsız olarak ortaya çıkmasını önlemiştir.» (Sencer Divitçioğlu)
Türkiye’de romanın gecikmesinin bu temel nedeni yanında başka nedenler de ileri sürülebilir. Sözgelimi, roman, Osmanlı toplumunda var olan anlatı biçimlerinin geliştirilmesine dayanmaz, bir yana bırakılmıştır, o anlatı biçimleri ve işe sıfırdan yani batıdan ithal edilen yeni bir anlatı biçiminden başlanmıştır. Bir başka neden, düzyazı geleneğimizin olmayışıdır. Ayrıca, «Müslüman doğu, ruhbilimsel araştırmayı pek az tanımıştır.» (Ahmet Hamdi Tanpınar) Ve kadınlarla erkeklerin ayrı dünyalarda yaşamaları, kaç-göç, romancının elini kolunu bağlayan bir başka önemli nedendir.
Türk toplumunun ekonomik yapısının değişmesiyle romanın gelişmesinin önüne dikilen toplumsal engeller zamanla ortadan kalktığı halde Türk romanının gelişmesi 1900’de durmuş gibidir. Sonradan yazılan romanlar genellikle «yazınsal» açıdan değil «toplumsal» açıdan ilginç romanlardır. İlkel bir gerçekçilik anlayışı «yazınsal»la «toplumsal»ı birbirine karıştırmış toplumsal «bildiri»si olan her romanı yazınsal açıdan da «tutmak», nerdeyse bir «ahlâk» sorunu durumuna getirilmiş, «yazınsal» davranış «ahlaksal» davranışa indirgenmiştir. Bu yoldan oluşturulan bir yasaklar dizisi gerçek yargıların belirmesini önlemiştir. Fakir Baykurt’un romanlarının çoğunluğunun okumaya değmez şeyler olduklarını söylemek köy davasına hayınlık gibi gelmiş, Orhan Kemal’in romanlarının çoğunun Reşat Nuri Güntekin’in romanlarının düzeyine ulaşamadığını söylemek sosyalizme karşı çıkmak sanılmıştır. Eski kuşak romancılarının romanları da yeniden incelenmemiş, bir zamanlar birilerinin verdikleri yargılar ezbere tekrar edilegelmiştir. Gerçekten başarılı romanları olan Reşat Nuri’nin «Yeşil Gece» adlı berbat romanını, bu yüzden, en beğendikleri «On Türk romanı» arasında sayan şairler, yazarlar çıkmıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu, Halide Edip Adıvar’ı bugün bile büyük romancı sananlar vardır.
Bir romanın büyüklüğü nasıl anlaşılır? Belki birtakım «nesnel» ölçütleri vardır bunun, ama bir de doğruluğu «bittecrübe» denenmiş bir ölçüt var. O romanı yeniden okumak isteği. Sorarım: Hangi Türk romanını okuduktan sonra bir kez daha okumak isteğini duydunuz?
Uzun süredir Türk romanları üzerinde çalışıyorum. Okur olarak yirmi sayfasını okumaya katlanamayacağım nice romanı, yazar olarak, sabırla, titizlikle, notlar alarak sonuna kadar okudum. (Böyle olmasaydı Demirtaş Ceyhun’un iki kadından «İkisi de, oldukça güzel kadınlardı. Alımlı. Başdöndürücü.» diye söz ettiği «Yağmur Sıcağı» adlı 400 sayfalık romanını sonuna kadar okuyabilir miydim?) Önemsenmiş çoğu romancılarımızın birtakım ünlü romanlarının çoktan «sizlere ömür» olduğunu açıkça gördüm; yeniden değerlendirilmemelerine borçluydular ünlerinin sürmesini. Ama sonunda sanırım aradığım romancıyı buldum. Yakın zamanlara kadar sadece şair olarak tanınan (Oysa orta halli bir şairdi. Kendisi de «Şiirin ne olduğunu biliyorum ve yapamadım.» diyor) birinin, gerçekte, büyük bir romancı, belki de en büyük Türk romancısı olduğuna inanıyorum: Ahmet Hamdi Tanpınar. Zaman zaman yeniden okumak isteğini duyduğum tek Türk romancısı.
Şimdi soruyu sorabiliriz: Türkiye’de roman var mı?
Ulusal sınırlar içinde varlığını duyuran tür roman var. Arada sırada dışsatım olanakları bulmasına rağmen (Bunda romanın yazınsal değerinden çok romancının pazarlama becerisi rol oynuyor!), gerçekte iç tüketime yönelik bir roman. (İç pazarı yitirmemek için roman çevirilerine karşı çıkan romancılarımız olduğunu unutmayalım!) Biz de eleştirilerimizde hep bu «ulusal sınırlar» olgusunu gözönünde bulunduruyoruz. Ama ulusal sınırlarımız dışında var olan (geçmişte ve bugün) romanla Türk romanını karşılaştırdığımız zaman ne oluyor?
Bu yıl Trabzonspor Türkiye lig şampiyonuydu, Fenerbahçe de kupa şampiyonu; uluslararası ilk karşılaşmalarında biri Polonya lig şampiyonuna, öbürü Bulgaristan kupa şampiyonuna yenilerek elendiler.
Evet, Türkiye’de roman var: Ne kadar futbol varsa o kadar. Umut verici çabalar bu gerçeği değiştirmiyor.
Fethi Naci
(Sanat Dergisi — 15 Kasım 1980)
Müjde Alganer’in yeni kitabı raflarda
Petek Sinem Dulun’un yeni kitabı çıktı
Nobel adayları arasında bir Türk şair