………………..
Son ayların dergilerinde üzerinde en çok tartışılan konu, Türkiye’de roman. Daha 1936 yılında A. Hamdi Tanpınar, «Bizde Roman» başlıklı yazısınaa «Bir Türk romanı niçin yoktur?» sorusuyla giriyordu. Ancak bu sorunun iyi anlaşılması gerektiğini, kendi toplumumuz içinde kalsa bile geniş bir okur kitlesine seslenebilen bir Türk romanının varlığından sözedilebileceğini de ekliyordu. «Bununla beraber, garp dillerinden birini bilen yabancı ülkelerde bu san’atın verdiği iyi örnekleri okuyan ve hayat üzerinde az çok fikir sâhibi olan okur – yazarlarımızın büyük bir zevkle tattığı bir romanı henüz yoktur. Bunun gibi müşterek vasıfları cemiyet ve hayatımızla Türk insanı ve onun mes’eleleriyle olan alâkasından gelen ve beraberinde taşıdığı hava ile birbirine en uzak nümûnelerinde bile bir bütünlük gösteren bir Türk romanı yoktur. Münferit eserlerin hepimizi zaman zaman tatmin etmiş güzelliklerini bir kenara bırakarak umumî bir bakışla, bizde bu san’atı görmeğe çalışanlar, bu yokluğu pek kolay reddedemezler». Sorunun öteden beri değişik yaklaşımlarla tartışıldığını, ancak bu tartışmaların ayrıntıya inen enine boyuna yapılmış incelemelere dönüşmediğini de vurguluyor yazar (bkz. Edebiyat Üzerine Makaleler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1969, s. 33). Türk romanının varlığı ya da yokluğu zaman içerisinde bunca tartışılırken, sözgelimi Türk şiiri ya da öyküsü dolayında bu tür tartışmaların görülmemesi anlamlıdır. Romanın, toplumumuza yabancı olduğu bilinmektedir. Bu yabancılığı körükleyen etmenlerin başında ise, romanın bir geleneğe dayanmayışı, toplumumuzda başından beri varolan «hikâye şekillerinin tabiî bir gelişmesiyle» doğmayıp «bir an’anenin olduğu yerde bırakılıp yerine yenisinin kurulması» biçiminde ortaya çıkmış olması gelir: «Roman bize dışardan gelir. Bunu söylemekle nev’i doğuran evolüsyonun cemiyetimiz içinde tamamlanmış olmadığını hatırlatmak istiyoruz» (A.H. Tanpınar, a.g.y., s. 47).
Hemen her dönemde güncelliğini koruyan Türkiye’de roman konusu, bu kez de Fethi Naci’nin «Türkiye’de Roman Var mı?» başlıklı yazısıyla yeniden gündeme geldi (Milliyet Sanat, 15 Kasım 1980). Fethi Naci, yazısında kimi romancıları, kimi çevreleri karşısına alma pahasına, gözüpek, dahası acımasız denebilecek yargılar vermekten çekinmiyordu.
Fethi Naci’nin yazısı değişik tepkilere yol açarken, Türkiye’de roman konusu romancılar ve eleştirmenlerce dergilerde ve açık oturumlarda yeniden ele alınmış, yeni soruların, arayışların, değerlendirmelerin böylece yeniden gündeme getirilmesine de neden olmuştur.
Romanda örnek aldığımız anlayış, daha çok 19. yüzyıl eleştirel gerçekçi batı romanı olduğuna göre, bu tür romanın bizde yeterince eskitilip tüketildiği söylenemez. Bir kez buna toplumsal – ekonomik durumumuzun yeterince elverişli olduğu kuşkulu. Ayrıca, «tek doğru yazınsal tutum» olarak benimsenen gerçekçilik akımının yazınımızda bir «tepki» sonucu ortaya çıkmadığını, «toplumsal eğilim ve gereksemelerin vargısı» olduğunu belirten Melih Cevdet Anday, deneyselci yapıtların «Batı taklidi» sayılmalarına karşılık, gerçekçilik akımının da gene batıdan kaynaklandığının unutulmuş göründüğüne haklı olarak parmak basıyor. Gerçekçilik akımı gibi, gerçeküstücülük ya da varoluşçuluk akımlarının da batıdaki doğal gelişim çizgileri içerisinde bizde de yaşandığını söylemek zor.
Fethi Naci’nin çok haklı olarak altını çizdiği toplumsal bildirisine bakılarak bir romanın değerlendirilmesi olgusu, hızı kimi dönemlerde artan eksilen bir gel – git olayı gibi yaşanılagelen bir gerçek. Toplumsal bildirinin yazınsal bir kimlik kazanması, bir «yazı» kimliğine kavuşturulması, toplumsal gerçekliğin ancak yazınsal gerçeklik bağlamında varolabileceği düşüncesi ne yazık ki uzun bir süre gözardı edilmiştir. Bunu açık açık söyleyebilmek de pek kolay olmamıştı. Çok yalınkat ölçülerin, sanat dışı kaygıların egemen olduğu bir dönemde sözgelimi Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı romanı, vakitsiz öten horoz, «münasebetsiz» bir şey olarak karşılanıp nerdeyse bir kaşık suda boğulmak istenmiştir. Yusuf Atılgan’ın işlediği suç büyüktür! Yeni, değişik bir anlatım kullandığı romanında, bir otel kâtibinin cinsel sorunlarına eğilmiştir. Herzaman herşeyden sözedemezsiniz. Herşeyin bir vakti, bir sırası vardır. Ortaya çıkan ürünlerin roman olup olmaması pek önemli değildir. Önemli olan toplumsal olaylardan sözetmeleridir. Tahsin Yücel, sözü geçen dönem üzerine yazılan öykü ve romanlar konusunda şunları söylüyor: «Örneğin, ülkemizde 12 Mart dönemi üzerine yazılmış bir çok roman ve öyküler, değil bu dönemin şiddet olaylarını çözümlemek, derin nedenlerine inmek, onları doğru dürüst yansıtamamışlardır bile. Çünkü yazarlarımız bu olayları bir «sorun» değil, önceden verilmiş bir «dekor» olarak ele almış, «nasıl yazmalı» sorunu üzerinde de fazla durmadıklarından, kurulu bir «dekor» içinde, hep birbirine benzeyen kuklalar oynatmakla kalmışlardır. Oysa, «nasıl yazmalı» sorununu her an yeni baştan çözümlenmesi gereken bir sorun olarak gören bir sanatçı için, yazılacak olan her şey bir sorundur» (bkz. «Roman’ın İşlevi», Arayış dergisi, sayı 2).
Dr. Abidin EMRE (Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyat Asistanı)
(FDE — Bahar Sayısı)
Müjde Alganer’in yeni kitabı raflarda
Petek Sinem Dulun’un yeni kitabı çıktı
Nobel adayları arasında bir Türk şair