Öykü

Soğuk, Kutsal, Geçimli Yalnızlığım

Salondaki tek koltukta oturuyorken, yine kendimle sürtüşmeye başladım. Evde sadece saatin çıkarttığı ses vardı. Tik tak… Okumaya niyetlenip başladığım ve ilk yüz sayfasından sonra ‘Bu kitapta insanları düğümleyen ne varmış!’ diye yarıda bıraktığım üç beş tane kitap da ayaklarımı uzattığım ihtiyar orta sehpamın üzerinde duruyordu.

Bu sehpa ki her şeye zemin olmuştur: kitaplar, bardaklar, küllükler, yumruklar, bazen de evime gelecek kadar çaresiz kalmış insanların kalçaları. Başından sonuna kadar okuyamadığım kitaplarım oldu. Kitaplarım oldu, taze bir vücut gibi; kitaplarım oldu ahrazdılar, çöldüler. Belimin üzerine oturmaktan fıtık sancılarım tutuyor, boynum düzleştiği için de zamansız baş ağrılarına gark oluyordum. Onlarca insanın yanımdan jet gibi geçip gitmelerini düşünüyorum şu günlerde. Bu insanlar yer altında mı yaşıyorlardı hayatlarını? Hangi aralıkta eğitilmişlerdi, dil öğrenmişlerdi ve ev bark sahibi olmuşlardı? Ben bu sırada içten içe herkesle dövüşüp çekiştiğim için mi yakalayamadım hayatı?

Adı örf olsun, töre olsun ya da kanun. Bunlara bağlı olmak adına, karşıma çıkan düzensizlere iç çekerek sustuğum için mi döküldü saçlarım? Bu böyle olamamalıydı, bu şekilde kalmamalıydı. Termosifonun bir türlü ısıtamadığı suyu düşünürken bile üşüyen içimi yatıştırıp banyoya gittim. Sadece başımı yıkasam bugünlük yeter deyip koltuk altlarımı koklama raddesini geçtiğim, kaşınırken tırnaklarımın arasına doluşan kirden belliydi. Bir ısıtıcı ile ısıttığım banyoya girdim 15 dakika sonra. Sahiden, banyo buharlı bir yer değildi benim için. Temizlenirken üşüdüğümden, banyodayken de düşünürüm hep. Gerçek manada çıplakken soğuğa maruz kalmak, cezalandırılmayı, bedel ödemeyi çağrıştırıyordu. Banyodan hemen sonra üzerimi giyinip salona gittim. Soğuk, sadece sıcak yerden seyredilebilir bir manzarayken güzeldir. Zırh gibi üstümü başımı kuşanmadan dışa çıkamazdım. İçliğimi giyindim, çoraplarımın içine aldım paçalarını. Kadife pantolonum –elbette kahverengi- boğazlı kazağım, kaşkolüm ve fermuarlı uzun kabanımı giyindikten sonra beremi de taktım. Şimdi soğukla yüzleşmeye gidiyorum, dedim kendi kendime.

Kapımı açar açmaz ayakkabılarımın bıraktığım yerde olmadıklarını gördüm. Apartman görevlimiz Duran Bey ayakkabılarımı içeriye almadığım için içlerine not bırakmış ve kapımın yanında olan ayakkabı dolabına tepiştirmiş. Kuralsız birisi olmakla itham edilmiştim; fakat bina da kedi, köpek beslemek de yasaktı. Üst kattaki köpeğin havlamaları yüzünden uyuyamadığım geldi aklıma. Karşı komşum kapımın açılmasını beklermiş gibi hemen açtı kapısını. Demek ki insan içinden ve içeriden çıkınca sorunlar bir bir gelip diğerlerine ekleniyormuş.

“Nasılsın Esin?”

“İyiyim Gül abla. Sen nasılsın?”

“İyi be canım. Gelsene kahve içelim.”

“Abla biraz dolaşacağım, dönüşte uğrarım sana kendimi iyi hissedersem.”

“Tamam canım. Ay iyice zayıflamışsın. Kurumuşsun yavrum, biraz yemek ye…”

Nazikçe onaylar gibi baktım ve gülümsedim. Asansör de geldi bu esnada. Dışarıya çıktığımda evim dışarıdan daha soğuk olduğunu fark ettim. Oturduğum apartmanın sakinleri, her daire için ayrı olarak belirlenmiş park yerlerine çarpık şekilde park eden araçların sileceklerini kaldırarak tepkilerini göstermişlerdi. Herkes sadece kendisine uyan kurala uyuyorken nasıl yaşayacaktık bu komünde. Parka gidip yürümeye karar verdim. Parkın sahipsiz köpekleri çemkirdiler hemen. Pas vermedim onlara. Her tarafta kuru mamalar ve su kapları vardı. Hayvana zulmetmesin kimse tamam; ama köpeklerin ve kedilerin mamalarını finanse ederek iyi insan olduklarını sosyal medyada resmeden insanlar, türdeşlerinin önüne bir kap sıcak yemek koymayı insanlık olarak nitelendirmiyorlardı sanırım. Hayvanların doğasına, yeşilin orta yerine betonarmeleri dikerken hiç hayvan seven yönleriyle düşündüklerini sanmıyorum. Sonra o yaptıkları binaların ortasına sahte yeşillendirme, peyzaj çalışmalarıyla yeşili seviyormuş gibi görünmeleri… Kedi doğasını yaşayamıyor, köpekler koşturamıyor, onları eğitmek eğlencesi de insanlara kalıyor. Gel dediğinde gelen köpeği ödüllendiren “köpek severler” bunu bir ödül mamasıyla taçlandırıyorlar üstelik. Köpeklerde acayip hastalıklar çıktığını, kedilerin obezleştiğini bilmiyor da değiller. Orantısız hayvan şiddeti ve korumacı sevgi psikolojileri bu hayvancıkları da perişan etmişti belli ki! Tabi bunu anlatmaya kalkıştığımda bana, “Acımasız mısın sen? Bunlar orman canlısı mı? Üşürler…” gibi şeyler söyleyegeldiler. O kadar çok düşünüyorlarsa doğal ortamlarına yerleşke, sanayi, katlı otopark yapmasalardı o halde! Her neyse artık, fast food yiyen köpeklerle onları insanlardan çok düşünen insanlarla olduğu gibi aramızda böyle bir sürtüşme yaşandıktan sonra yürümeye devam ettim. Parkların vazgeçilmezi “Adibas” maska çakma eşofmanlı ve yaz-kış aynı yerde sineklenen gençlerin sözlü tacizine maruz kaldım. Sadece gözlerim görünüyor olmasına rağmen beni nasıl becerebileceklerini konuşuyorlardı aralarında. Ağzımı kapatan atkının altından gülüyordum. Bu da fast foodun tesiri herhalde, diye geçirdim aklımdan. Bu çocuklara maaş verseler burada durmak konusunda itiraz ederlerdi; ama çekirdek, kola ve sigaraya razı olmuşken her türlü havada burada duruyorlardı.

Kat kat giyindiğim için biraz yürüdükten sonra terledim, tekrar yıkanmak zor olacağından tempomu düşürüp, dönüş yolunu birazda uzatarak eve geri döndüm. Binaya girer girmez Duran Bey çıktı karşıma:

“Abla aidatınızı ödemediniz…”

“Öderiz Duran Bey. Neden ayakkabılarımı tepiştirdin dolaba?”

“Abla, yöneticinin talimatı. Dedi ki, ‘Aman o üşütük karıya beni bulaştırma’. Korkuyor senden.”

Gülerek söylüyordu bunları. Belli ki Duran Bey benden çekinmiyordu.

“Senin dairenin önünde de ayakkabı eksik olmuyor, Mehmet Bey’in de… Bir daha ayakkabılarıma dokunursanız, sizinkileri çöpe atarım bilesin. Bu ay aidat ödemeyeceğim. Binada köpek besleyenlere müdahale etmediği için Mehmet Bey huzur hakkından feragat etsin benim aidatım için.”

Huzursuz, geçimsiz olan ben miydim; yoksa gördüğü aksaklıklara ses çıkartmayanlar mı? Asansörü çağırdım. Bu sırada da hiç çalmayan telefonumun ekranında haber sitelerinden gelen bildirimleri okuyordum. Asansörün geldiği yeni fark etmiştim ki, benden sonra gelen komşum Hilal ve çocukları asansöre doluştular. Tutamadım yine kendimi, açtım asansörün yüzüme kapanan kapısını.

“Hilal hanım, beni görmüyor musunuz?”

“Canım, gel sen de sıkış!”

“Dolmuş mu bu? Çok kalabalıksan ya müsaade istersin ya da diğer asansörü çağırırsın. Neden sıkışalım üç kişilik asansöre beşimiz birden.”

“Uffff, çocuk ama bunlar, gel hadi bin şu asansöre.”

“Binmem efendim, sıra benim yahu! Sıkışsak bile benim asansörün gerisinde sıkışmam gerekirdi. Ben neden kapıya sıkışıyorum?”

“Ne yapalım? İnelim mi yani?”

“Bir zahmet. Rica edeceğim.”

“Lanet olsun sana ya! Ne biçim insansın sen!” diyerek indi.

Duran Bey de nasibini almış oldu bu tersliğimi görünce. Terslik diyorum, çünkü bu tip yazılı olmayan kurallar konusunda alttan almak, hakkından taviz vermek kuralsızlar için istismar sebebi olmuştu. Adetmiş, hoşgörüymüş. Anlayışsızları idare etmenin adı adet olmuş. Ne var yani diğer asansörü bekleseler! Tek başıma bindim asansöre ve kata çıktım. Eve girmek için anahtarımı çıkarttım. Gül Abla,       

“E, kahveye gelmeyecek misin?”

“Gelemem abla, sonra içeriz.”

 Soğuk, kutsal ve geçimli yalnızlığıma zaman ayırmalıyım.

Yazar
Mustafa Enes Ardıç
Mustafa Enes Ardıç, 1991 yılının Mart ayında Çorum, Alaca'da doğdu. Eğitim hayatı Ankara'da başladı ve yine burada tamamlandı. İşletme alanında lisans eğitimi adlı ve daha sonra Adalet bölümü ön lisansı tamamladı. Bazı dergilerde öykü ve denemeleri yayımlandı. "Kırmızı Salon" isimli romanı 2020 yılında raflardaki yerini aldı. Halen Ankara'da yaşamaktadır.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın