Makale

Modern Açlık

Günümüzün en büyük sorunlarından biri bu kadar fazla içerik üretilirken bunlardan geri kalmak, yetişememek, zamanı yakalayamamak, dışında kalmak. Her gün yüzlerce köşe yazısı yazılıyor, sayısını bilmediğim kadar çok dergi ve gazete basılıyor, yeni kitaplar çıkıyor, yeni filmler vizyona giriyor hatta bu da yetmiyor farklı mecralarda yeni filmler, yeni diziler, belgeseller, biyografiler, otobiyografiler, röportajlar, yarışmalar yayımlanıyor, yeni oyunlar tiyatrolarda sahneleniyor, sayısız sahne sanatı icra ediliyor, mekanlar birçok farklı sanatçının konserlerine ev sahipliği yapıyor. Elbette bununla da bitmiyor. Modern insanın görevi etrafında olup bitene seyirci kalmamak. İnteraktif olmak hep ama hep etrafına pür dikkat bakmak. Gündem daima çok yoğun, Amerika’da Dışişleri Bakanı mı değişti bilmelisin, Rusya’da neler oluyor görmedin mi? Avrupa’da ne kararlar alınmış? Ortadoğu’da savaş hız mı kazanmış? Petrol fiyatlarında ki dalgalanma kurlara yansımış mı? Bitcoin mi çıkmış Ripple mı düşmüş? Ne olacak bu Suriyelilerin hali? Myanmar’da yine göç dalgası başlamış. Rihanna yeni albümünü yayınlayacak mıymış? Ronaldo’nun attığı son golü görmedin mi daha yoksa? Abi çok komik bir video düştü portala yoksa henüz izlemedin mi? Ayşe’nin son fotoğrafını henüz beğenmemişsin. Alberto diye bir adam var twitter’da ne biçim yazıyor takip etmiyor musun? Seçim de geliyor adayları takip edelim. Bayram yaklaşıyor henüz plan yapmadık. Daha görülecek koylar, gidilecek yollar var. Bak Kaş’ta dalmadan ölmemeli, Salda gölü yok olmadan kamp yapmalı, Karadeniz turuna çıkmadan yaşadım denmemeli, daha yurtdışına açılmıyor muyuz millet köye gider gibi Tayland’a gider oldu. Ucuz bilet takip edelim mutlaka. Hafta sonu birkaç arkadaş piknik yapsak şöyle doğada ateş, mangal falan. Anneler günü geldi geçiyor Anneme hediye alsam, Babalar gününü atlamasam, kardeşim doğmuş iyi ki doğmuş bir parti yapmayalım mı? Bu hafta Mehmetlerin düğünü var sakın atlamayalım. Kocamla birinci evlilik yıldönümümüzde bir kutlama yapmayalım mı yani? Yeni bir kafe açılmış mutlaka gitmeliyiz, kahveyi çok değişik sunuyorlarmış. Bahar geldi, şöyle çayır çimen yayılıp bir bira içsek ya, yaza merhaba partileri yapsak, barbekü falan. Yaz geliyor spora başlamalıyım, bikini giyeceğim sonuçta. Çok güzel bir kek tarifi aldım bir denesem iyi olacak. Gülse’nin son dizisine baksak birkaç bölüm. Acaba seramik kursuna mı yazılsam, yoksa pastacılık mı öğrensem? Kurslardan kurs beğensem, kişisel gelişsem. Hatta birkaç seminere kayıt yaptırsam. Bağ bozumundan önce bir şarap yapım atölyesine katılsam. Bahar geldi bahçecilik kursuna kayıt olsam. Fotoğraf sergisi varmış ona da gitsek, buna da gitsek, onu da görsek, buna da baksak…

Tam bir cinnet halinde her şeyi bilmek, hepsini öğrenmek, deneyimlemek, tatmak, tüketmek istiyoruz. 24 saate sığdırmaya çalıştığımız dünya bizi yutuyor artık. Yeni dizileri izlemek için zombi gibi gezenler, kafe kafe gezmekten evin yolunu unutanlar, kurslara koşarken öğrendiğini sindiremeyenler, deneyemeyenler ordusu gibi geziyoruz etrafta. Elimizde daima akıllı cihazlarla sosyalliğimize sosyallik katmaya, en sosyali olmaya çalışıyoruz. Hafta sonunu evde geçirdik mi kurdeşen döküyoruz. Bir filmi vizyondayken izleyemeyince Titanik’in batmasına sebep olmuş gibi kendimizi hırpalıyoruz. Hem bakımlı, hem güzel, hem sosyal, hem bilgili, hem becerikli, hem kültürlü, hem cool, hem cana yakın hem hem hem hep biz olalım istiyoruz. Yeni yayımlanan bir diziden haberdar olmamak düşünülemez oluyor. Magazin figürleri gibi pozlar verip sosyal medya planlaması yapıyoruz.

Bu kadar yoğun ve kaotik bir tüketimin arasında üretemiyoruz. Gördüklerimiz henüz beynimize aktarılmadan açımızı değiştiriyoruz, daha duyduklarımızı yorumlayamadan beynimizin kanalını değiştiriyoruz. Öğrendiklerimizi deneyemeden yenisini öğreniyoruz, hep üstüne koya koya zihnimizde ki her şey bol sebzeli bol taneli bir çorba misali bulamaca dönüyor. Tüm görüntüler fulü, tüm sesler bulanık, tüm yüzler tanıdık ve aslında yabancı.

Yaşadıklarımızı durup sindirecek kadar vaktimiz yok. Yolda koşarken erimesini ve yenisine yer açmasını bekliyoruz. Bir şarkıyı başa sarıp tekrar dinlemeye vaktimiz yok. Bir söküğümüzü dikmeye takatimiz kalmamış, atıp yenisini alıyoruz. Okuduğumuz bir kitaba geri dönemeyiz çünkü yenileri yazıldı hem de misliyle. Dolayısı ile artık hiçbirimizin başucu kitabı yok. Çünkü artık başucu telefonumuz var. Bir nehirde ikinci kez yıkanılmayacağını biliyoruz ama bizim bilgimizin kaynağı Herakleitostan biraz farklı, çünkü daha yıkanılacak binlerce nehir varken kim ilkine bir kez daha girmek ister ki?

Peki bunca çaba neden? Niye her şeyi hem de daima bilmek istiyoruz? Neden dünyanın öbür ucunda çekilen bir diziyi izlemiş olmak bu kadar önemli? Nevada Çölü’nde yaşayan bir sürüngen neden bizi ilgilendiriyor ya da Afrika’nın balta girmemiş bir ormanındaki bir kabilenin ölü gömme ritüeli neden bu kadar önemli? Niye uzayın derinliklerini merak ettiğimiz aynı güdü ile herhangi bir şarkıcının son sevgilisi ile arasında geçenleri irdeliyoruz? Nasıl oluyor da hem Dostoyevski’yi hem de Metin Hara’yı aynı bakış açısı ile okuyabiliyoruz?

Modern insanın handikabı maalesef birçok uyaran ile karşı karşıya olması. Ve bunlardan bir tekini bile yapmazsa hayattan soyutlanmış, dışlanmış hissedecek. Dolayısı ile içerde kalmasının tek yolu tüketmek ve tükenmek. Aç bir kurt gibi her şeye saldırıyor, yiyor, eğer yiyemeyecekse bir ısırık alıyor, mutlaka kanını içiyor, ağzında kalanı tükürüp yeniden ısırıyor. Durmadan, dinlenmeden yaşamaya çalışıyoruz. Çünkü çağdaş olmak bunu gerektirir.

Tek istediğimiz “tecrübe etmek”, “bilmek”. Neyi ne kadar bildiğimizin ve hatta niye bildiğimizin bir önemi yok. Sadece bilmek istiyoruz. Eğer bilmezsek kendimizi eksik hissedeceğiz. İkili ilişkilerimizden tutun da sosyal hayatımızda, yaptığımız işlerde ve hatta dünyanın idaresinde bile bilenin bilmeyene hükmettiğini, bilginin bir silaha dönüştüğünü bilecek kadar zaman geçirdik yeryüzünde. Bugün artık bilgi de alınıp satılabilen bir meta. Ve dolayısı ile alım gücü ile kendini ispatlayan milyonlarca insan ne kadar çoğa sahip ise kendisini o kadar var sayıyor.  

Ya sonra? Bunca şeyi öğrenir gibi yaptıktan, tükettikten sonra ne olacak? İzlediği 6 sezonluk diziyi bir haftada bitiren bir genç ikinci hafta için elinde hiçbir şey kalmayınca depresyona girecek elbette. Çünkü var olma şekli sadece ve sadece tüketmek üzerine kurulu. İçselleştirilmeden yaşanan, öğrenilen, deneyimlenen hiçbir şey iz bırakmayacak. Dolayısı ile bu serüven bizi olduran değil dolduran olacaktır.

Çağa ayak uydurmak adı altında bize dayatılan estetik, sanat, kültür, gezi, bilgi gibi tüm olguları kendi zihin süzgecimizden geçirmeden, geçerliliğini veya gerekliliğini kendi zihnimizde tartışmaya açmadan tek doğru gibi kabul etmemeli ve pratiğe dökmeye çalışmamalıyız. Çünkü öğrendiğimiz milyonlarca bilgi zihnimizin kara deliğinde tıkılıp kaldığında aslında biz öğrenmiş sayılmıyoruz. Sadece bakıp geçtiğimiz hiçbir güzellik bizim dimağımızda tat bırakmıyor. Deneyimleyemeyeceğimiz hiçbir pratiğin faydası yok bize ve olamadığımız hiçbir yerde bulunmuş olmuyoruz aslında.  

O halde ne yapmalıyız?

Bu taarruzdan nasıl kaçmalıyız? Nasıl?

Yazar
Gonca Atalay
1986 yılında Yozgat’ta doğdum, 1990 yılından beri Ankara’da yaşıyorum. Karadeniz Teknik Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler okudum. Çalışma hayatıma ikiz kızlarımdan sonra kısa bir mola verdim. İlkokul sıralarında başladığım yazma ve okuma çalışmalarım kızlarımdan kalan zamanlarımda halen devam ediyor. 2018 yılında UMAG’da yazma üzerine verilen seminerlere katılarak Gürsel KORAT, Mehmet EROĞLU, Çiğdem ÜLKER gibi isimlerle çalışma imkanı buldum. Öykülerimden bazıları Ada, Edebiyatist gibi dergilerde yayımlandı. Edebiyatın yanı sıra uzun süredir fotoğrafçılık ile de ilgileniyorum. Çeşitli karma sergilerde fotoğraflarım sergilendi.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın