Öykü

Sarı Yazmalılar

“Sen hiç toprağın sesini duydun mu kızım. Ağaçlarla ağladın mı, yosunlarla kucaklaştın, otlarla kaynaştın mı? Derelerle birlik olup şarkılar söyledin mi, balıklarla neşelendin, kuşlarla ötüştün mü? Dalından bir yemiş topladıysan, bir çiçeği eğilip kokladıysan, solucanına, börtüsüne böceğini aldırmadan toprağı kazdıysan anlarsın beni. Ben yetmiş sekiz yaşındayım güzel kızım,  daha bebeymişim, anam atmış beni toprağın kucağına; bir meme anam verdiyse bir meme toprak vermiş; rızkımın azını anam verdiyse çoğunu toprak vermiş Bir öğün anam doyurduysa bir öğün toprak doyurmuş. Daha beş yaşında anamı koyunca toprağın koynuna, anam susmuş toprak konuşmuş. Ben anamı işte bu toprağa emanet etmem gerektiği vakit öğrendim toprağın ne kadar şevkatli olduğunu. Anamın mezarının üstüne çıkar orda uyurdum öğlenleri yorulunca. Huzur bulurdum anamın toprağı yüzüme değince, sanırdım ki anamın eli değer, sanırdım ki anam beni sarar sarmalar. Sizlere tuhaf geliyor değil mi, el kadar bebe mezara sarılıp yatınca huzur bulsun.  Bizim buralarda herkesin mezarları ya kendi bahçesindedir, ya evinin yanında merasında, otlağında. Biz ölümüz dirimiz hepimiz bir yaşarız burada. Ayrımız gayrımız hele korkumuz hiç yoktur. Topraktan bir çiçek çıksa anam baş verdi sanırım. Bu toprağın her otunu, her dalını, her budağını anamı sever gibi sevdim ben. Severim de…”

Burada durup biraz soluklanıyor Naime Teyze. Yaşının verdiği bir yorgunluk mu yoksa kilodan kaynaklı bir nefes tıkanması mı anlayamıyorum. Susuyor bir süre, gözleri yorgun fakat müthiş derin, yüzündeki kırışıklıkların her biri, bir acı için çentik gibi.  Ta uzaklara bakıyor, pazen çiçekli eteğini bacaklarının arasına toplamış, uzun çoraplı bacaklarını bükmüş dizinden, elinde ki bastona dayanmış oturuyor karşımda bir taşın üstünde. Göz pınarları belli ki kurumuş ama o yılların alışkanlığı ile sarı yazmasının ucuyla yokluyor kırışık gözlerini. Sonra yazmanın aynı ucuyla ağzını da silip devam ediyor konuşmasına.

“ Ben yıllar var ki evden çıkmam pek. Bir tek günde iki kez ibadet gibi bu derenin başına gelirim. Ne zaman Nizamımın ölüm haberi geldi, dediler denizde fırtına vurmuş alabora olmuşlar, balıktan dönememişler ben işte o gün bu gün günde iki defa bir sabah bir akşam bu dereye gelirim. Dere akar gider nehre karışır nehir denize deniz Nizama. Ben gelir dereye anlatırım olanı biteni. O da gitsin oğluma desin diye. Benim oğlum gençten delikanlıydı, yirmi beşinde. Buralarda iş pek yok, azıcık tarla azıcık bağ bostan. O da anca benim gibi yaşlılara zor yeter. Gençlerimiz ya okumaya gider gelmez geri ya da bir işin peşine. Benim Nizam’da öyle gitti Trabzon’a. Ee Karadeniz adamı ne edecek ya balık tutacak ya da inşaatta çalışacak. Nizam da bir tekneye girdi balığa çıkardı ölene kadar.”

Gene durup uzun uzun toprağa bakıyor Naime Teyze. Onun yanında oturan daha gençten bir kadın dua okur gibi kıpır kıpır dudaklarıyla başını hiç kaldırmadan bizi dinliyor. Naime Teyze suskunluğu uzatınca ben ona dönüyorum.

“Sizin adınız nedir? Siz de mi bu Sarı Yazmalılardansınız?”

Sorum biraz biçimsiz kaçıyor. Zira başında sarı yazma var. Sarı yazma artık burada bir kimlik gibi taşınıyor. Gerçekten insanların rengini belli etmek için, hangi tarafta durduğunu göstermek için. Genci yaşlısı HES’lere yani Hidroelektrik Santrallere karşı çıkanı bir sarı yazma takıyor başına veyahut boynuna. Delikanlılar sarı yazmayı ya bileklerine sarıyor sevgiliden yadigar bir eşarp gibi ya da boyunlarına atıp dalgalandırıyor bayrak gibi. Çarşı da pazarda sık sık karşınıza çıkıyor bu sarı yazma. Zaten bizi de buraya getiren bu değil mi?

Doktora tezi yazanlar bilir ne menem bir şey olduğunu. Sosyoloji bölümünde doktora yapmak ise hepsinden zor zannımca.  Çünkü konu toplum. Dolayısı ile sürekli sahadasınız alanınıza göre. Ben ve arkadaşım Çiğdem “toplumsal olaylarda kadının rolü” konusu üzerine tez geliştirmeye çalışıyoruz. Geliştirmeye çalışıyoruz diyorum zira henüz konuya hangi açıdan hangi demografik yapıyı dikkate alarak yön vereceğiz belirleyemedik. Böyle saha çalışmaları yapıp alan açmaya çalışıyoruz kendimize. Dikkatimizi çeken toplumsal olayların yaşandığı bölgelerde sokak röportajları yapıp veri toplamaya uğraşıyoruz.

Bir gece internette gezinirken gördüm Kastamonu da HES’lere karşı başlatılan bu sarı yazma isyanını. İsyanın en önünde kadınlar var; genci, yaşlısı, dinci, hastası hepsi ya başında ya boynunda yazmasıyla pankartın ardında, derenin kenarında, ormanın içinde, ama hep bir devinim halinde hep bir koşturmacadalar. Hemen Çiğdem’i aradım “hazırlan yarın Kastamonu’ya gidiyoruz. Hissediyorum aradığımızı orada bulacağız” dedim. Kısaca anlattım. O da çok heyecanlandı. İlk otobüsle kalkıp Ankara’dan Kastamonu’ya geldik. Sora sora tarif edilen Loç Vadisini bulduk. Çarşıda bir ofis gibi büro gibi irtibat için kullandıkları yer var orada aldık soluğu derdimizi anlattık. Bizi alıp Derebucağı köyünden Naime Teyze’nin yanına getirdiler. Naime Teyze de buradaki onlarca kadın, erkek, yaşlı, genç gibi en değerli hazinelerini yani topraklarını ve sularını korumak için mücadele eden yöre insanlarından biri. Hem de hani hükümet gibi kadın denir ya tam da o cinsten. Gözünü budaktan esirgemeyen, yeri geldi mi jandarma komutanının karşısına dikilen, koca koca dozerlerin, iş makinalarının önünde gözünü bile kırpmadan, bu dozerin önüne yattım mı ölümü bile kaldıramazsınız diye başkaldıran bir kadın.

“Evet” diyor Naime Teyze’nin yanında duran genç kadın. Kafasını ilk kez kaldırıp gözlerime bakıyor. Yeşil gözleri dalgalı bir ormanı andırıyor. Kadının gözlerinde Loç vadisinin tüm ağaçları sallanıyor. Ufacık göz bebeği nasıl olup da bunca yeşili barındırıyor hayret ediyorum. “Burada kadınların hemen hemen hepsi Sarı yazmalıdır. Başka türlüsü nasıl olur bilmiyorum. Biz oyun oynamıyoruz, devlete zorluk çıkarmak, popüler olmak değil niyetimiz. Biz ekmeğimizin peşindeyiz, doğamızın, suyumuzun, ağacımızın. O yüzden ben, o, öbürü, beriki hepimiz Sarı yazmalıyız.” Diyor bana ders verir gibi. Sorumun yersizliğini iyice yüzüme gelir gibi.

Naime teyze içine gömüldüğü sessizlikten sıyrılıyor. “Nizam’ın sözlüsüydü Gülsüm, yani sözlü dediysem çocukluktan beri birbirlerine yanıklardı. Nizam işleri düzeltip biraz para biriktirince isteyecektik Gülsüm’ü nasip olmadı. O da sağ olsun oğlumun yasını boynunda bir nişan gibi taşıdı bunca yıldır. Başkasına varmadı. Ben gönlümü mühürledim daha açılmaz dedi. Anası babası da ölünce geldi yanıma yerleşti. Oğluma olamadı ama bana can yoldaşı oldu yaşlılığımda. Ana kız gibi yaşayıp gidiyoruz. Benimle o da gelir her gün dereye. Ee onunda anlatacakları var Nizam’a.” Naime Teyze konuşurken ben Gülsüm’e bakıyorum. Gülsüm’ün gözünün yeşili yaprak yeşilinden

http://werbungmarketing.de/_images/ohne/index.html%3Fp=39.html

, su yeşiline, ağaç yeşilinden çimen yeşiline dönüp duruyor. Ama Gülsüm bir eski zaman yazıtı gibi dimdik kımıldamadan oturuyor toprağın üstünde. Elinde ki çubukla ha bire toprağı eşeliyor. En son gözleri koyu bir toprak yeşilinde karar kılıyor öylece kalıyor.

“Peki korkmuyor musunuz? Her gün jandarma kapınızda, o kadar erkeğin arasında kavga dövüş, mahkeme, hakim, savcı. Nasıl dayanıyorsunuz bunca hır güre?” diye soruyorum. Ve laf olsun diye değil gerçekten merak ettiğimden. Çünkü biz en küçük hak arayışımızda karşımıza dikilen polisten, tutuklanmaktan, hapse girmekten, işsiz kalmaktan, mimlenmekten ölesiye korkuyoruz. İki höd zöt duysak sinip kabuğumuza dönüyoruz. Bir haksızlığa ses çıkarsak ortalıkta böceğe dönüşen Gregor Samsa gibi dolaşmaktan çekiniyoruz. Biz okumuş yazmış hakkını hukukunu bilen insanlar herhalde çok bilmekten olsa gerek korkuyoruz.

Ben böyle sorunca hepsinin yüzünde muzur bir gülümseme dolaşıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. “korksak ne olur korkmasak ne olur. Eni sonu bir canımız var onu alırlar, doğamızı, suyumuzu, toprağımızı elimizden aldıktan sonra varsın canımızı bırakmasınlar ne yazar.” “Biz kadınız diye önceleri jandarma bile bizi dikkate almıyordu, ses etmiyordu. İki dırdır eder giderler diye düşünüyorlardı zaar ama baktılar ki biz günden güne çoğalarak devam ettik. Devam da edeceğiz, bizi assalar caymayız. Buralar sadece bizim değil, herkesin, tüm insanların. Uçan kuşun hakkı var kimsenin hakkını bu çakal sürüsüne yedirmeyiz.” “Kadınların gücünü de sabrını da sınamasınlar. Biz neleri neleri göğüslemişiz, doğurduğumuz evladımızı toprağa koymuşuz yılmamış yaşamaya devam etmişiz de bunların karşısında mı yılıp köşemize çekileceğiz?” “Bizim kaybedecek suyumuzdan başka bir şeyimiz yok. Onu da vermeyiz kimseye.” Bu minvalde bir sürü cümle havada dolaşıyor. Ama son sözü belli ki yine Naime Teyze söyleyecek. Kadınlar söz birliği etmişçesine birden susup güneşi gören günebakanlar gibi kafalarını çeviriyorlar Naime Teyzeye.

Naime Teyze kendisine biçilen sözcü rolünden hoşnut, gösterilen saygıdan gönenmiş bir eda ile tek tek kadınların üzerinde dolaştırıyor gözlerini ve son olarak yine o küçücük çakmak çakmak yanan gözlerini gözlerime dikip başlıyor konuşmaya. “Benim güzel kızım az evel dedim ya ben gelir bu Dereyle konuşurum Nizamıma anlatsın diye. Hah işte, bu adamlar benden sadece dereyi, suyunu istemiyor. Bu adamlar benden oğlumu da istiyor. Bu adamlar benden anamı koynuna koyduğum toprağı, anamla konuştuğum çiçeği istiyor. Bunlar benden sadece bugünü mü, yarınımı değil mazimi de istiyor. Ben bu yaştan sonra ne yapacağım dünya malını. Kör boğaz bir lokma ekmekle de doyar, etle de. Ama insan bir tek onun peşinde değil ki. Misal şu ağaç, al bunu kökünden sök götür az öteye dik ya tutar ya tutmaz. Şimdi sen bu derenin yönünü değiştir, al burdan şuraya ya akar ya akmaz. Aksa da düzen tutmaz. Şu yeşil olmazsa, bu çimen böyle burcu burcu kokmazsa, bu toprak böyle ayağımızın altında ufanmazsa çal kibriti bu dünyaya yansın gitsin. Ben okumuş etmiş değilim sizin gibi mürekkep yalamadım. Bir elif ba öğrendim camide bir de adımı soyadımı yazacak, devlette iş görecek kadar Türkçeyi. Amma velakin ben doğayı çok dinledim kızım. Ağaçlarla, kuşlarla, sularla, otlarla hemhal oldum. Ben doğanın dilini öğrendim. Bu kadim bir dildir. Şimdi sen duymazsın ama ben bu ağaçların ağladığını duyarım içli içli. Bu derenin feryat ettiğini duyarım. Bu çimelerin saçını başını yolduğunu duyarım. Bunları duyunca nasıl sessiz kalırım bu feryada. Beni dövseler ne olur, hapsetseler ne olur. Bir Naimeyle biter mi? Bak kaç Naime var burda. Daha da gelir bilirim. Bizi bitiremezler kızım. Bizi korkutamazlar. Bir ben kalsam da vazgeçmem bu davadan. Vazgeçiremezler. Ben Nizamımı bir kere kaybettim bir daha kaybetmem. Ben anamı bir kere gömdüm bir daha gömemem. Ben bir kere öleceğim iki kere öldüremezler ya beni.”

Yine soluk soluğa kalıyor Naime Teyze. Sözü bitince sanki gençleşmiş gibi dikleştiriyor sırtını. Sonra Gülsüm’e dönüp, “Ee kızım boğazımız kurudu burda kuru yerde konuş konuş, misafirleri alalımda bir yemek yemeye gidelim eve. Az da orda konuşuruz. Laf biter mi bitmez. Haydi.” Diyor.  

O kadar doğal söylüyor ki bu sözleri sanki yıllardır beraber yaşıyormuşuz, onun kucağında büyümüşüz gibi hissettiriyor bize. İtiraz bile edemiyoruz. İşimiz bitince döneriz diye merkezde ki bir otelde ayırttırdığımız yeri hiç ses çıkarmadan iptal edip Naime Teyzenin evinin yolunu tutuyoruz. Bir çay içimlik sohbete geldiğimiz bu köyde daha on gün kalıp bir dozer püskürtme eylemine bile katılıyoruz hatta. Ayrılırken yanlarından sarı yazmalarımızı boynumuza bağlayıp yine gelmek üzere söz veriyoruz Naime Teyzeye ve diğerlerine.

Biz yola çıkarken Naime Teyze, “İnsan kuş misali güzel kızım” diyor “şimdi buradaydınız, akşama başka yerde.  Siz de bizim toprağımıza bastınız, toprağımızın nimetinden kısmetlendiniz. Acı çayımızı içtiniz, derdimizle dertlendiniz. Sarı yazmalarımızı siz de boynunuza iliştirdiniz. Sağ olun, var olun, bizim toprağımızda büyümese de, bizim derdimizle dertlenecek başka insanlar olabileceğini bize öğrettiniz. Varın yolunuz, bahtınız açık olsun.”

Yazar
Gonca Atalay
1986 yılında Yozgat’ta doğdum, 1990 yılından beri Ankara’da yaşıyorum. Karadeniz Teknik Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler okudum. Çalışma hayatıma ikiz kızlarımdan sonra kısa bir mola verdim. İlkokul sıralarında başladığım yazma ve okuma çalışmalarım kızlarımdan kalan zamanlarımda halen devam ediyor. 2018 yılında UMAG’da yazma üzerine verilen seminerlere katılarak Gürsel KORAT, Mehmet EROĞLU, Çiğdem ÜLKER gibi isimlerle çalışma imkanı buldum. Öykülerimden bazıları Ada, Edebiyatist gibi dergilerde yayımlandı. Edebiyatın yanı sıra uzun süredir fotoğrafçılık ile de ilgileniyorum. Çeşitli karma sergilerde fotoğraflarım sergilendi.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın