Söyleşi/Röportaj

Ayfer Feriha Nujen ile Söyleşi

Petek Sinem Dulun, Ayfer Feriha Nujen’in Klaros Yayınları’ndan çıkan ey arş, sıkıştır! İsimli şiir kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

• Sevgili Ayfer Feriha Nujen,  ey arş sıkıştır!’da azalma ve yavaşlama çağrısını duydum ilk. Bir doğa çağrısı olarak yorumlayabilir miyiz kitabının adını?

A.F.Nujen: Açıkçası bu bir atıf. Öte yandan bir eleştiri de. İnançlı bir evde inançlı insanlar tarafından yetiştirildim. Disiplin delisi bir subay gibi. Sıcak bir kalp soğuk bir beyin. Öğrenmek zorundasın! dediler öğrendim her şeyi teoride, ama hiçbir şeyi benden bekledikleri biçimde indirgemedim pratiğe. Bir yere gerçekten ait değilseniz orada size enjekte edilen hiçbir şey kanınıza karışmıyor. Bu toplumsal kuralların hepsini kapsar. Neyin neye göre yasallaştığını sorgulamak lazım. “ey arz sıkıştır!”a karşı ey arş, sıkıştır! dedim. (Gülüyor.) İnsanın dünyalı olmadığı gerçeğine karşın insanın bu dünyada bir hata olarak hatalar yapmayı sürdürmesinin bedeli sonunda bu dünyadan ayrılmasıdır diye düşünüyorum. Ölüleri sorgulamanın âlemi yok. Ölümü de bir biçimde çok yakından görmüş biri olarak söylüyorum bunu. Ölüleri değil, yaşayanları sıkıştırmak lazım, insana kendi kendini sorgulamasını öğretmek lazım, henüz hâlâ hayatta ve bütün hatalarını telafi edebilecekken. Buradaki azalma ve yavaşlama da işte bu tersine yapılan şeyler yüzünden. Bu doğa çağrısı aslında insanın kendi doğasına doğru bir çağrı. Çünkü insan yeryüzünde bir afet benim için. Onu dümdüz tabiata çağırmak tabiat için yeni ve büyük tahribatlara davetiye olur. İnsanı çağırdığım yer kendi doğası. Kendisi. Nilay Özer’in bir dizesi gibi. Gel gör bak, “yaptığını beğendin mi!” demek için.

• Dil ve düşünceyle bütünleşen bir geri dönüşüm ifadesi kitap boyunca –sessizce- varlığını koruyor. ey arş sıkıştır!’da doğanın metabolizması üzerine mi düşündürmek istedin? Ölüm, yaşam, varoluş ve yok oluş sıklıkla ve iç içe yer alıyor kitapta. İnsanı bir tohum olarak da atık olarak da imliyorsun. Her iki halde de bir hammadde olarak ele alış var. İnsan türünü doğa içinde net bir yere koyamadığını da düşündürüyor bu durum. Bu konudaki düşüncelerini merak ediyorum.

A.F.Nujen: Merdümgiriz biri olduğumu gizlemiyorum. Fakat bir Cioran ya da Thomas Bernhard da değilim. Elimde olsa insan denen türün dışında bir türe geçiş yapmak isterdim. Tembel bir koala olmak hatta deniz yosunu olmak bile bazen insan olmaktan daha ileri. İnsanı değersiz bulmuyorum, insanı zararlı ve tehlikeli buluyorum. Bir insan olarak bu iki kötü özelliği bazen kendimde de fark ediyorum. Örneğin

, şiddet meselesini geliştirenlere karşı savunma yaparken şiddeti bir biçimde ben de kullandığımı fark ediyorum. Tabii şiddeti geliştirenlerin sayıca daha fazla olmasıyla ilgili bu. İnsanın ortaya koyduğu teknoloji kötü bir teknoloji. Şiddeti geliştirmekten başka bir halta yaramıyor, ölümden başka hiçbir şeyi geliştirmiyor. Ön yargılı olmak ne kadar sakıncalı hastalıklı bir durumsa aslında ön yargılarla mücadele etmek de öyle bir şey bana göre. Bu yüzden insan çelişkisinde bile net olmalı. Ön yargılarım yoktur ve ön yargılarla mücadele etmem doğrusu. İnsanın değeri sözün değeri evet bunlar değerli. Ama tabiatta hiçbir şey insan kadar geri dönüşümsüz değil. Tabiatta ölüm bile bir geri dönüşüm. Bir hayvanın bir hayvanı tüketmesi, bir tarla faresinin bir bahçeyi talan etmesi… Sel götüren yağmurlar, kırılan fay hatları… Bunların hepsi bir geri dönüşüm. Ve tüm bunlar dünyaya doğal yollardan yeni şekiller veriyor. Fakat insan her şeyi geri dönüşüme kapalı bir biçimde yapıyor. Ve tabiatın bu kendi geri dönüş biçimindeki ritmi de bozuluyor, ayarı da, akordu da. Bakınız, Kanal İstanbul buna örnektir mesela… İnsanın besin zincirinde bir yeri yok. İnsanın bir başka insanın dünyaya gelişindeki işçiliğine bakınca (gülüyor); fikirler, eserler üretmesi bakımından bir hammadde olduğu yadsınamaz. Fakat o çoğu zaman bunu sadece kendi egosuna, kibrine hizmet ederek yapıyor. Varoluş can sıkıntısıdır. Hepimizin canı bazen sıkılır. İnsanın -doğrusu- bende pek de hoş bir yeri yok. Ben tabiata inanıyorum. Yani sonunda herkes kaybedecek, tabiat kazanacak. İnsan da insana ve kendine ettiği ile kalacak.

• Seçilmiş bir yalnızlık ve o yalnızlığa varana kadar edinilen deneyimlerin baskısı hissediliyor “ölüm inançların en sağlamı/bu karanlığı yaşamakla kır”(sf.29) ya da “ölmüyorsun ölemiyorsun/odanın dışında bir nesne gibi/dışlanmak nedir görüyorsun”(sf.21) dizelerinde. Ölümlü olduğumuzu hatırlatırken bir yandan da direnmeyi gösteriyorsun. Kitap duygularla ilgili birçok medcezire açılıyor. Seni, şiirinde karşıt duyguları bir arada göstermeye iten şey nedir?

A.F.Nujen: İnsan her şeyi hocalardan mekteplerden öğrenmiyor. Kimse kimseye bir şey öğretmiyor zaten hayatla ilgili. Herkesi iyi bir yere koyarsak ayak işlerimizi kime yaptıracağız, düşüncesiyle yapıyorlar üstelik bunu. Hep bir aşağı yukarı hesabı. Ezberden bir müfredat. Üniversitelerde bile. Onları da kimlerin kimlere göre hazırladığı belli. Çok okullar çok hocalar gördüm. Bazı okullardan bu yüzden geri döndüm. Ama sessizce değil. Kendi metinlerimdeki yalnızlık benim yalnızlığımdır evet ama bir ben değilim kendini yalnız hisseden bu evrende. Avludaki çakıl taşının bile bir sesi var, durup dinlemek isteyene. Ki bu gün bir silah gibi kullanılan teknoloji insana bundan başka bir duygu da vermiyor. Zaten bunun için geliştirmiyorlar mı onu?  Bunun da farkında dizeler aslında bu dizeler. Yalnız olana acımasız olanın yine insan olduğu gerçeği çok acı, değil mi? Şair bazen yaşadığını yazar pek çok şair/yazar gibi. Benim dışarıda insanlar arasında bir hayatım yok. En azından son 10 yıldır. Ama kör değilim sağır da. Çevremde olup biten herkesin her şeyin farkındayım. Bu gelgitler arasında ben de bir zamanlar bulundum. O fırtınadan sağ çıkmaya baktım, doğru. Ama insanın içinden çıktığı zaman dinmiyor o kaos. Sürüyor başkaları için. Şiirlerimde bir iddiam yok, şairlik iddiam da yok. Toplumu ve insanı tanıdım. Bu bitmeyen kaosun içindeki seslere sağır değilim. Gülten Akın’ın bir dizesine biat ettim diyebilirim bu yüzden. “İnsan sorumluluktur.” İçeriye girmeye pek meraklı olmadığım gibi kimseyi kendi dışımda da bırakamam. Çünkü insanın her şeye bir anda karar verdiğini biliyorum. Yazmayı bırakıp eylemi başlatan Pavese gibi. Ama ben yazmayı hiçbir zaman bırakmayacağım. Bu medcezirlere ve ölüme rağmen.

• “Dünyayı unutmaya çalıştığımda/kuşların sesini duymaya başladım/kökten hasar alınca/dalların işe yaramadığını anladım” (sf.18) dizelerinle doğanın yaşama çağıran gücünü mü göstermek istedin? Tükenmişlik ve yenilenme arzusu yan yana burada da. Sen şiirin öznesi olarak bu bütünün neresindesin? 

A.F.Nujen: Ben yazdığım dizelerin, metinlerin her yerindeyim. O dizedeki sesi duyduğunuz fark ettiğiniz o yerde. O sesin içinde. Bu bir sır değil,  o sesin kendisiyim. Dünyayı unutmaya çalıştığım bir dönem oldu. Herkes gibi badireler atlattım. İnsan uykusunda bile ölümle mücadele ediyor, belki çoğunluk bunun farkında değil. Şu salgın döneminde bile insanların ölmemek için verdiği bir mücadele var. İşte bu noktada kökten hasar alındığının, artık dalların işe yaramadığının -sanırım- çoğunluk da farkında. İçinde olduğunuz bir mekân olarak dünyayı unutmak ne mümkün ama kesildiği sazlıktan uzakta bir ney kamışı gibi hissetmiyor muyuz zaten çoğumuz? İnsanın kendini başarısız hissetmesinin altında sosyoekonomik birçok neden de olabilir. Benim yazdıklarımda hissettiğim hiçbir şeyin sebebi bu olmadı. İnsandan daha tesirli bir neden göremiyorum pek çok konuda. Böyle olunca beni tabiat çağırdı, ben de geldim dünyanın kalbine sığındım. Evet, sığındım. Doğru kelime bu. Ama bu noktaya gelene kadar hissettiğim bu şey bundan çok daha eski. İlkokula başladığım gün öğrenci sırasında durduğum o ilk andan beri farkındayım bu duygunun. Bu kalabalığın bir parçası değilim. Bu dünyanın insanı değilim duygusu bu. Kaybolmuş bir eşyayı kaybetmiş gibi hissetmek değil bu, kaybolmuş bir eşya/nesne gibi hissetmek.  Bir şekilde her konuda insanlara el verirken (kimsenin umurunda olmaz bu) kimse kendini öldürmeye can atmasın diye bağımı koparmıyorum insanlarla. Damdan düşenin halinden damdan düşen anlarmış. Bu yüzden belki de. Ama artık, son günlerde olanlar yüzünden, insanlarla aramızdaki bu bağı da kesip atmaya karar verdim. Şiirlerimin öznesi bende yer edinmiş herkes ve her şeyden ibarettir.

• Günlük yaşantımızda hepimiz görsellerle çevrili bir uzamın içinde şiddetle karşılaşıyoruz. Maruz kalınan anın süresi ne olursa olsun zihin eksik parçaları tamamlıyor. Sen bu durumu “vahşet insana gözlerinden sinmiş olmalı”(sf.37) diyerek ortaya koyuyorsun. Şiddet kimliklerimize nasıl bu denli hızlı ve güçlü nüfuz edebiliyor sence?

A.F.Nujen: Bu son soruya kadar nasıl bu kadar isabetli dizeler seçtiğini anlayamadım. Demek ki yan yana gelmek ya da eski arkadaş olmak gerekmiyor insan okumak için. İyi yetiştim, iyi yetiştirildim ama ben de çabaladım; bunun için kimseye teşekkür borçlu değilim. Çabuk kırılan ve haklıysa zalim olabilen birine benzediğim için şiddetle çevrili bir dünyam olmadı. Çünkü aksiyon-reaksiyon ilkesinin bir sonucu olarak mutlaka her şeye bir karşılık verecektim. Çevrem bunun farkında olduğu için sanırım pek de gerçekleşmedi böyle şeyler. İyi yetişmiş olmak şiddeti hiç tatmadım demek de değil. Belki beni dövmediler ama (gülüyor) ‘eli sopalı bir zaman’ derim bazen, eli sopalı bir zamandan öğrendim ne öğrendiysem. Hep bir baskı altında geçti hayat. vahşet insana gözlerinden sinmiş olmalı, evet. İnsan gördükleriyle duyduklarıyla da şekil alıyor, fikir sahibi oluyor. Kötülüğe kötülükle cevap verenler için böyledir bu. Şiddet de öyle. Kendi iradesinin farkında biri olarak insanın bu yetisini kullanmak zorunda olduğunu öğrettiler bana da. Doğrusu “sana güç gösterene sen de gücünü göster” şeklinde bir öğretiydi bu. Güçlüyüm elbette ama güç kendinden zayıfı kırıp geçirmekle anlamlı bir hale gelmiyor benim için. Aksine, iğrenç bir şey oluyor. Birinin ölümünü onaylamak, acı çekmesinden zevk almak gibi sapıkça bir şey. Bunun nasıl olduğunu açıklayamıyorum ama zihnimde her şeyin bir fotoğrafı var. Ben fotoğrafların arkasına bakmayı seviyorum. Bu dizede yukarıda da söylediğim gibi bu dünyaya ait olmamasına rağmen bu dünyada olmanın şeklini kolayca alan insanın bir fotoğrafı olarak kavranabilir. İnsan neyi geliştirirse onun şeklini alır. Herkes görüyor bunu, gelişen tek şey teknoloji ve o da kötülüğe hizmet ediyor sadece. İnsanlardan çok uzak bir dünyam var benim. Dünya ile bağımı kitaplar üzerinden kuruyorum. Bahçelerde dolaşıyorum. Ama şiddet kitaplarda bile bir albeni gibi enjekte ediliyor insana. İnsanın gözleri büyük icattır. Uzağımdaki şeyleri de görüyorum maalesef.

Yazar
Petek Sinem Dulun
1984, Ankara doğumlu. Anadolu Üniversitesi’nde İnsan Kaynakları Yönetimi ve İşletme okudu. Halen İstanbul Üniversitesi Çocuk Gelişimi bölümünde öğrenimini sürdürüyor. Şiir, söyleşi, öykü ve inceleme yazılarıyla Varlık, Kitap-lık, Kök Şiir, Cin Ayşe, Ecinniler, Buzdokuz gibi dergi ve fanzinlerde yer aldı. Kurucuları arasında yer aldığı Öykülem dergisinin yayın kurulunda 1 yıl görev aldı. Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’e Modern Türk Şiirinde Kadın İmgesi adlı ortak kitaba Ümit Yaşar Oğuzcan yazısıyla katkıda bulundu. Şakacı Kuşlar Sokağı adında bir çocuk kitabı bulunmaktadır. Ara Kat Sesleri adlı dosyasıyla 2019 Altın Defne Genç Şiir ödülünü aldı.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın