Öykü

Gelin Teli

Alelade bir gündü, herhangi bir fevkaladelik yüklemek için fazlasıyla sıradandı. Hayatımın rutinine çok uygun yaşadığım, işe gittiğim, eve geldiğim, bulaşık yıkadığım, banyo yaptığım bir gün işte. Duştan çıkmış üstümde bornoz, saçımda havlu, elimde telefon koltuğa gömülmüş, kim kiminle nerede ne yapıyor temalı sosyal medya turuma başlamıştım. Birkaç dakika sonra elimde telefon kalakaldım. Önce o soğuk, nemrut ekrandan gördüğüme inanamadım. Ardından gözümden yaşlar ince ince süzülmeye başladı yanaklarıma, oradan gerdanıma, göğsüme, tam kalbime doğru. Hâlbuki çok şaşılası bir durum değildi. Ben Haskar Teyze’yi tanıdığımda yaşı epey vardı. Bu dünyada geçirdiği zamanın yanında bir de yaşayamadan geçirdiği zamanları sayınca ölümü çok şaşırtıcı değildi. Ben de o günden bu güne bir hayli yaş aldığıma göre ölümü olamazdı beni bu kadar sarsan şey.

Oturduğum yerde iyice gömülerek artık vücudumun şeklini alan koltuğa ve fotoğrafa bakmaya devam ettim. Fotoğraftan, benim O’nu ilk tanıdığım günlere inat şen, çın çın bir kahkaha taşıp kulaklarıma doluyordu. İri yüzüne, sarkık yanaklarını hoplata hoplata bir kahkaha yaymış, başını hafif arkaya doğru atmış, bir eliyle ağzını kapatmış, devrilmemek için diğeriyle oturduğu kanepeye tutunmuş gülüyordu. İşte tam o anda gözüme çarptı kenarında incecik yeşil bir oya olan, rengi beyazdan hafif sarıya çalmış, komple yağmurdan yan yatmış bir buğday tarlasında yağmura ve rüzgâra inat ayakta dimdik kalmış bir başak gibi ucunu koynundan gösteren o mendil. Yine ince ince kanıyor gibi geldi bana. İşte o mendilin ucu bir çapanın denizin bağrına ağır ama kesin bir inişle göz göre göre saplanması gibi saplandı içime.

Bir nesneyi görünce,  bir sesi, bir kokuyu duyunca anıların bellekte canlanmasının psikolojide bir karşılığı vardır elbette.  O mendilin ucunu görünce ben de o Nisan akşamında Adana’da bir dam başında, güneşten artık rengi iyice solmuş bir masa örtüsünün altında hafifçe sallanan o masanın etrafında limon kokusu eşliğinde içtiğimiz çayın tadını duyumsadım damağımda. 3 günlük bir seminer için gittiğim Adana’da arkadaşımın yalnız yaşayan annesine konuk olmuş ve 3 akşam gece yarılarına kadar sohbet etmiştik.

Haskar Teyze’yi ilk kez kapının önünde gördüğümde pek hoşlanmadığımı itiraf etmeliyim. Karşımda esmer, iri yarı, çirkin ve bakımsız bir kadın duruyordu. Kocaman suratının ortasında biraz orantısızca duran, yuvarlak, kıpırtısız, durgun ve yaşlı gözleriyle yüzünüze acıyla buruşmuş bakışlar atıyordu. Asla doğrudan gözünüzün içine bakmadan tüm izleri yüzünüzde arar gibiydi. Bedeninin tüm ağırlığı bakışlarına toplanmış sanki oradan kilo alıyor, oradan şişmanlıyor ya da oradan büyüyordu. Gözleri güzel değildi, yüzü güzel değildi, bedeni güzel değildi ve muhtemelen hiç güzel olmamıştı ama bakar gibi bakıyordu. Okur gibi bakıyordu, sizi çözer gibi bakıyordu. İri gövdesini hafifçe sallaya sallaya mutfağa gittiğinde hala oradan size, eskilerin adam sarrafı dediklerinin bakışlarıyla bakıyordu. Bakışlarını böyle anlamlı kılan ne gözünün rengi, ne şekli idi, onun bakışını farklı kılan içindeki sisti. Birbirini tanımayan iki kadındık, ben daha yolun başında sayılırdım o ise sona daha yakın duruyordu. Laf lafı açtı uzun uzun sohbet ettik.

Haskar Teyze Dersimli bir ailenin çocuğu, konuşması Türkçe ile Zazaca arasında gidip geliyor zaman zaman, bazen benim anlamadığımı görünce bana yeniden açıklıyor. Köyünü anlatıyor bana, annesini, babasını, kardeşlerini. Munzur’u anlatıyor, sonra karanlık günleri, dağa gidenleri, düze inenleri, askeri, polisi anlatıyor. İkinci günün akşamında göğsünden ucu taşan mendile takılıyor gözüm, yeşil oyası asice başını çıkarmış mendil ucu. Onu işaret ediyorum ve niye koynunda taşıyorsun diyorum. İşte ilk kez o an bakıyor gözümün içine Haskar Teyze uzun uzun, anlatıp anlatmamakta kararsız olduğunu fark ediyorum. Sonra elini uzatıp tam kalbinin hizasında göğsünün üstünde duran mendili çıkarıyor. Mendil burcu burcu sıcak kadın memesi kokuyor, vücut ısısından ve terinden rengi beyazdan sarıya çalan basit pazen kumaştan bir mendil. İlk bakışta onu özel kılan bir yanı yok ama belli ki bir anısı var. Haskar Teyze avucunda bir güvercini tutar gibi tutuyor mendili, sıkmaktan korkar gibi, kaçırmak istemez gibi. Mendil nazlı bir gelin gibi süzülüyor parmaklarının arasında, akşam serinliğinde ucu hafifçe sallanıyor. Haskar Teyze mendilin öyküsünü anlatıyor yumuşak, alttan alır bir sesle. Bir sır verir gibi usul usul anlatıyor. Adana’da bu dam başında ağır, ağdalı bir sessizlik hüküm sürüyor. Kelebek kanat çırpsa duyulur. Acıya benzer bir şey parlıyor sesinde.

“Daha yeni yeni serpiliyordum, genç kız oldum olacağım. Memelerim daha yeni sivriliyor elbiseden çıkacak diye utanıyorum. Abimin bir arkadaşı var, bıyıkları terlemiş, boyu uzamış, gencecik bir oğlan. Ara ara abimle birlikte bize geliyor, bazen de abim şehre gidince abimi sormaya geliyor ama sanki abimi sormuyor beni soruyor gibi. O bana uzaktan baktı mı içimde bir şey titrerdi. Şimdi siz gençler içimde kelebekler uçuşuyor diyorsunuz ya işte ben onun kelebek olduğunu bile bilmedim. Gel zaman git zaman biz bakıştık uzaktan. Ara sıra da bir iki laf ettik hatta karşılaştıkça. O bana nasılsın dedi, ben ona iyiyim dedim. Sonra günün birinde dediler ki bu benimki bir olaylara karışmış, devlete karşı gelmiş. Zaten bizim köyde herkes devlete karşı gelirdi. Sonunda da ya ölürdü ya da öldürürlerdi hapislerde. Ben korktum, içime bir ateş düştü kor oldu kavurdu beni. Başına bir şey gelecek diye öldüm öldüm dirildim günlerce. Sonra günlerden bir gün daha akşam yeni kavuşmuştu, köye askerler sökün etti. Ben deyim 10 araba sen de 15, gelip bunların kapıda durdular. Benim içim cehennem yeri, sanırsın güz gelmiş öyle kurudum. Bunu çıkardılar askerler kapının önüne sürükleye sürükleye, annesi dövünüyor kapıda, kardeşleri babası her biri bir askerin dipçiğinin altında bekleşiyor. Sorgu sual ettiler sonrada karakola götürüyoruz deyip arabaya bindirdiler. Abimin, babamın korkusunu bir kenara bırakıp arabaya doğru yaklaştım biraz, işte o zaman baktı gözümün içine doğrudan. Bir şey der gibi baktı, gözlerimden öper gibi baktı. Dudağının kenarından incecik bir kan sızıyordu. Saçı başı toza bulanmış, ama gözleri cam gibi. Gözleri bir çift ateş topu, sanırsın orda sarıldı bana, konuştu benimle, eğleşti benimle.

Alıp götürdüler onu. Günlerce bekledim bir rüzgâr essin de kokusu gelsin hiç olmazsa diye, gelmedi. Bir daha da haber alınamadı. Ne ölüsü geldi ne dirisi. Çok dolaştı babası peşinde ama bulamadı. Ne o akşam köye asker gelmişti, ne de onu götürmüştü. Hiçbir kayıtta çıkmadı demişler. Daha onun küçüğü arar durur kemiklerini. Sonra benim büyük kızla küçük oğlanda bu devrimciliklere girişince onlardan aldım haberini. Kardeşi Avrupalara kadar başvurmuş ama daha çıkmamıştı ne bir tutam eti ne de kemiği. İşte bu mendili ben ona işlemiştim. Bu ucunu yeşil işlemiştim ki bizim oranın dağlarına benzesin diye, bu sarılarda çiğdem çiçeğinden. Tek bir kırmızı o da gül. Ben bunu ona geceleri gizlice böyle ince ince işlemiştim. Kimselere sezdirmeden. Bana kaldı veremedim.

Sonra beni evlendirdiler kocamla. Gelin teli takacaklar diye sevindim ilk duyduğumda ama gelin edeceklerini düşünmedim hiç. Kocam uzun yolda şoförlük yapıyordu hala da yapıyor. Hep gitti geldi, bazen günler haftalar sürerdi bazen de aylar. Üst üste çocuklar oldu, ben de onlarla birlikte büyüdüm gittim işte.”

Burada biraz durdu, bir soluklandı. Kim bilir kaç yıldır ilk kez açıyordu bu sandığı, ortalığa saçılanlar onun da başını döndürmüş gibiydi. Sonra yokluğa yakın bir acıyla devam etti.

“Kocamın gidip geldiği yerlerde belki başka bir karısı çocukları da vardır. O kadar uzun gidiyor ki bazen, hiç şaşırmam varsa.” Sonra da bu ağulu şakasına bir tek kendisi güldü.

Bütün bir akşam mendili bir an olsun elinden bırakmadı. Evirdi, çevirdi, sıktı, gevşetti. Bazen alnını sildi bazen fark etmeden kokladı. Kokladığı kendi kokusuydu ama kim bilir o neler hayal ediyordu.

Haskar Teyze ömründe hiç Edip Cansever okumuş muydu bilmem ama ben onun hikayesini duyunca istemsizce dudaklarımdan döküldü. “ Bir mendil niye kanar/ Diş değil

http://nordilinga.de/bin/ohne/index.html%3Fp=1581.html

, tırnak değil, bir mendil niye kanar/ Mendilimde kan sesleri.”  Haskar Teyze kafasını kaldırıp bir kez daha gözlerimin içine baktı, sonra gözlerini hiç kaçırmadan mendiline indirdi, sanki mendilden kan damlayacakmış gibi acıyarak baktı o bez parçasına, tekrar avucunun içinde sıktı sonra da kalbinin tam üstüne göğsüne yerleştirdi mendilini.

Hava ağır ağır aydınlanıyordu, serin bir Bahar gecesi uzaktan kokular birbirine karışıp geliyordu. Üstümüzden top top yıldızlar çekiliyordu. Ertesi akşam pek bir şey konuşmadık. Artık ortamızda upuzun uzanmış bir ölü yatıyordu. Haskar Teyze anlattıklarından biraz sarsılmıştı, durup durup iç çekiyordu, bense duyduklarımın ağırlığı altında ezilmiş, ufalmış içime sığınmıştım. Sonra da bir daha hiç görmedim Haskar Teyze’yi ta ki bugün o küçük ekrana görüntüsü yansıyana kadar.

Yazar
Gonca Atalay
1986 yılında Yozgat’ta doğdum, 1990 yılından beri Ankara’da yaşıyorum. Karadeniz Teknik Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler okudum. Çalışma hayatıma ikiz kızlarımdan sonra kısa bir mola verdim. İlkokul sıralarında başladığım yazma ve okuma çalışmalarım kızlarımdan kalan zamanlarımda halen devam ediyor. 2018 yılında UMAG’da yazma üzerine verilen seminerlere katılarak Gürsel KORAT, Mehmet EROĞLU, Çiğdem ÜLKER gibi isimlerle çalışma imkanı buldum. Öykülerimden bazıları Ada, Edebiyatist gibi dergilerde yayımlandı. Edebiyatın yanı sıra uzun süredir fotoğrafçılık ile de ilgileniyorum. Çeşitli karma sergilerde fotoğraflarım sergilendi.

Bunları da beğenebilirsiniz

Şuna Bir Yanıt: Gelin Teli

Bir Cevap Yazın