Söyleşi/Röportaj

Gamze Güller: Herkesin kanıksadığı şeylere ben alışamıyorum, yadırgıyorum

Gamze Güller iki binli yıllardan itibaren önce çeşitli dergilerde öyküleri yayımlanan bir yazarken 2012 yılında Beşinci Köşe kitabıyla Orhan Kemal Öykü Ödülünü aldı. Bugüne kadar 2008 yılında İçimdeki Kalabalık, 2012 yılında Beşinci Köşe, 2015 yılında En Çok Onu Sevdim ve son olarak da 2020 yılında Durmuş Saatler Dükkânı kitaplarını yayınladı.

Gamze Güller ile yazarlığı ve son kitabı Durmuş Saatler Dükkânı üzerine dinozor.org okurları için bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar diliyoruz.

***

Gonca Atalay: Bize biraz Gamze Güller’den bahseder misiniz? Neler yapar, nasıl yazar, neler okur, kimdir?

Ankara doğumluyum. TED Ankara Koleji ve İTÜ Mimarlık Fakültesi mezunuyum. Uzun yıllar yurt dışı projeler koordinatörü olarak çalıştım, mimarlık ve edebiyatı bir arada yürüttüm. Bir süredir çocukluğumdan beri hayal ettiğim gibi yalnızca okuyarak, yazarak ve edebiyat üzerine çalışarak geçiriyorum hayatımı. Yazma atölyeleri ve kitap kulüpleri düzenliyorum, editörlük yapıyorum. Dergilerde aktif olarak çalışıyorum ve yarışma seçici kurullarında yer alıyorum. Bolca da okuyorum elbette. Hem geçmişte neler yapıldığını bilmeyi hem de çağdaşlarımın neler yaptığından haberdar olmayı önemsiyorum. Bu nedenle edebiyatın her türünden ve döneminden okumalar yapıyorum. Bunları psikoloji, sanat, felsefe, mitoloji, eleştiri gibi yan okumalarla destekliyorum. Film izlemeyi de çok severim. Sinemanın yaratıcılığımı desteklediğini ve özellikle kurgu alanında beni geliştirdiğini düşünüyorum.

Son kitabınız “Durmuş Saatler Dükkânı” adının da çağrıştırdığı gibi bir “zaman” kaygısı taşıyor. Bir “zaman” çağrışımları ve algısı barındırıyor. Gamze Güller için “zaman” nedir? Hayatının neresinde duruyor?

Zaman, üzerine çokça kafa yorduğum bir konu. Derslerde de çok anlatırım zaman mefhumunu ve çoğunlukla döngüsel zamandan bahsederim. Yazı için döngüsel ve bütüncül zamanın esas olduğunu anlatırım hep, bu bütüncül zaman üzerinden çok şey üretilebilir çünkü. Yaşarken de böyle aslında. Zaman ve zamanın hızı meselesi, içine sıkışıp kalmak, durmadan önüne geçmeye çalışmak ama hep gerisine düşmek bana şaşırtıcı gelir. Zaman algısının değişkenliği ve ona yüklediğimiz anlamlar da ilgimi çeker. Bu nedenle yazarken de bunların peşine düştüm. Zamanın iyileştiriciliği, her şeyi zamana bırakma içgüdüsü ve biz duruyormuşuz da zaman geçiyormuş yanılgısı… Kendimizi zamansal ve mekânsal döngülerin içine sıkıştırdığımızı düşünürüm bazen. Aslında sıkışan zihnimizdir ama biz suçu onların üstüne atarız. En eski kültürlerden bugüne “zaman” hep kutsal bir anlam kazanmış hatta döngüsel zaman halk arasında sembolik bir şekilde “felek” olarak tanımlanmış. Zamanın döngüselliğinin kadere etkisi, doğanın döngüsünden yola çıkılarak halk arasında bir tanrısallık da kazanmış. Bu döngüyle umutsuz durumlardan mutlu sona ulaşılacağı inancı içimize yerleşmiş durumda. Bu inanca göre zaman bir kurtarıcıdır. İşte buradan hareketle doğrusal zamanın içinde akıp giden karakterler yerine bu döngünün içine sıkışıp kalanların peşine düştüm. Ya zaman hepimiz için başka döngüler hazırladıysa ve biz bunları kıramıyorsak…

Bugünün modern dünyası bizi daha da sıkıştırdı aslına bakarsanız. Her sabah aynı güne uyanmak ve bir gün bu döngünün kırılacağını ve mutlu sona ulaşacağımızı hayal etmek dışında bir şey bırakmadı elimizde.

“Zaman” ve “saat” denilince Türk Edebiyatında ilk akla gelen kitap Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, bu kitapla herhangi bir organik ya da inorganik bağdan söz edilebilir mi? Ya da bu tarz bir benzetme yapıldı mı?

Galiba içinde “zaman” çağrışımı olan her metin kaçınılmaz olarak “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ile bağlantılı kabul ediliyor. Bu kitap için de bu tür benzetmeler yapıldı. Ancak metinler arasında belirgin bir benzerlik olmadığı gibi teknik olarak da bir çağrışım içermiyor. Sanırım tek benzerlik isimlerindeki “saat” sözcüğü. Kitaba öykülerden birinin ismini vermek editörümle birlikte verdiğimiz bir karardı. Zaman konusuna asıl değindiğim öykü biliyorsunuz, en sondaki “Durmuş Saatler Dükkânı” öyküsü ve orada da zamanın döngüselliği var. Ahmet Hamdi Tanpınar belki bütün romanlarında olmasa da “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” şiirinde, yine bu döngüsel zamandan bahseder. Belki böyle bir benzerlikten bahsedilebilir ama bunun dışında özele indiğimizde, herhangi bir benzerlik yok.

Zaman üzerine konuştuk, bir de Mimar Gamze Güller’e “mekân” kavramını soralım. “Mekânı” öykülerinizin neresinde tutuyorsunuz?

Benim için her şey mekânla başlar, mekânla biter. İçinde yaşadığım mekânları da önemserim, tasarladıklarımı da. Bu nedenle mekân anlatının tam merkezinde durur. Bu görme biçimini büyük ihtimalle mimarlık mesleğine borçluyum. Görmek, anlamlandırmak ve bundan yeni dünyalar inşa etmek benim işim. Bir çatı kurup içine hayatlar yerleştirmek. Hem devrilmeyecek denli sağlam bir yapı oluşturmak hem de bu yapının, içinde yaşayana/okuyana estetik bir haz verebilmesi. Mekân, yaratının merkezinde her şeyi ayakta tutan bir kolon gibidir benim için. Öyküde her ne oluyor, ne hissediliyor ya da yaşanıyorsa, mekânın ayrılmaz bir parçası olarak işlev görür. Anlatının içinde büyür mekân. Öykünün kendine özgü dünyası mekânla can bulur. Atmosfere, duyguya, söylenmeyene ses olur öykünün içinde.  

Öykülerinizin bazılarında ölüm veya uyku metaforik olarak yer alıyor. Bu ikisi arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Uyku hâlâ tam olarak açıklanamayan bir süreç. Bu dünyadan kopma, zihinsel olarak başka bir dünyaya geçme ve rüyalarla desteklenen bambaşka bir varoluş hâli. Eski zamanlarda ölümle bir tutulması, ona benzetilmesi de bundan. Her şey zıddıyla var olur. Rüyayla ya da başka bir deyişle hayalle gerçek, yaşamla ölüm gibi. İşte bu zıtlıklar yazmak için tetikliyor beni. Gündelik hayatın içinde bile aklın sınırlarını zorladığımız anlar oluyor. Rüya görürken veya hayal kurarken ise bu sınırlar tamamen ortadan kalkıyor. Belki de maskelenen gerçekliğimiz hem en bilinmez hem de en karanlık yönüyle ortaya çıkıyor. Bu kitaptaki öyküler de büyülü gerçekçiliğin veya fantastiğin sınırlarında dolaşıyor bu nedenle. Derinlerden gelen, akılla, mantıkla açıklanamayacak şeyler zihnin yüzeyinde görünür oluyor. Zamanının hiç durmayan o çarkı, acımasızlığı, bir çıkış yolu bulma umuduyla hayallere, rüyalara hatta ölüme sığınma ihtiyacı, bir süre sonra neyin gerçek neyin hayal ürünü olduğunu ayırt edemeyen sağlıksız zihin yapılarına dönüşüyor öykülerde. İnsanın hayal gücü hem büyüleyici hem de korkutucu. Ama ne olursa olsun bir rüya gibi parçalanıp dağılacağımız güne doğru hızla koşuyoruz. Yani ölüme…

Genel olarak anlatımınıza sirayet eden bir fantastik bakış açısı var. Örneğin Cafer öykünüzde, gerçek mi yoksa fantazya mı ayırt edilemiyor, ya da her ikisine de çok hizmet ediyor.  Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum okur olarak. Sizin buradaki gayeniz nedir?

Fantastikle metaforik arasında ince bir çizgi olduğunu düşünüyorum. İşte tam da o ince çizginin üstünde yürümeye çalıştım. Yüzeyden bir okumayla fantastik olarak görebileceğimiz şeyler, derin bir okumada başka anlamlara, gerçekliklere açılabilir. Bu çift anlamlılık aynı metin üzerinden farklı okumalar yapabilmeyi de sağlıyor. Günlük hayatta da yaşanan pek çok şey bende fantastik izlenimi uyandırıyor aslına bakarsanız. Herkesin kanıksadığı şeylere ben alışamıyorum, yadırgıyorum ve başkaları bunu nasıl görmüyor diye şaşırıyorum. Bunları anlatıyorum yazarken.

Cafer öyküsünde de böyle bu. Yüzeyden bir okumayla Cafer bir dev ama metaforik bir okumayla ötekileştirilmiş bir ailenin çocuğu.

Metafor doğrudan anlatımdan daha etkileyici ve kuvvetlidir. Bugünün anlatısında bunun fantastiğe gitgide daha yakın durmasını da seviyorum. Metinlerin gerçek üstü bir anlatımla zenginleştiğini, çoğaldığını ve yeni anlatım olanaklarına doğru genişlediğini düşünüyorum. Elbette anlatmaya çalıştığınız ve peşinde olduğunuz gerçekliğin iplerini asla elden bırakmadan…

Tek tek öyküler üzerine soru sormuyorum özellikle kitabın ve öykülerin büyüsü bozulmasın diye ama kitaba adını veren “Durmuş Saatler Dükkânı” adlı öykünüzde bizi şaşırtan bir durumla karşılaşıyoruz. Tüm kitapta “zaman” kavramı kovalanırken bu öyküde üst üste binmiş zamanlar karşılıyor bizi Nefise Hanım’ın dükkânında. Biraz buradaki zaman katmanlarını açar mısınız lütfen?

Demin bahsettiğim ve kitap boyunca izini sürdüğüm bütüncül zaman kavramı bu öyküde vücut buluyor. Nefise Hanım’ın dükkânı bütün zamanların üst üste bindiği bir yer. Geçmiş, şimdi ve gelecek yok bu dükkânda. Adını da bundan alıyor. Yaşanan hiçbir şeyin kaybolmadığı, bugünün, yarının bir parçası olduğu ve hatta ileride yaşanacakların da dünü ve bugünü şekillendirdiği bir mekân burası. Aslında gerçek hayatın ta kendisi. Zamanın parçalanmadığı, bölünmediği, her ânıyla üstü üste binmiş şekliyle yaşandığı kavramsal bir eşzamanlılık alanı. Aldığımız her kararla oluşan her yol bu dükkâna çıkıyor. Hayat tüm olasılıklarıyla deneyimleniyor. Mekânı şekillendiren de zaman, yani zamanın yokluğu. Ve hepsinin ötesinde bunların hiçbirinin bir önemi olmadığını, önemli olanın içinde bulunduğumuz ânı yaşayabilmek, onu genişletebilmek olduğunu görüyoruz. Zamanı tutamayacağınızı bilirseniz tadını çıkarmayı öğrenirsiniz.

İlk öyküde başlayan ve kitap boyunca süren döngüsel sıkışmışlık son öyküde çözülüyor ve okur dükkândan çıkıp gidiyor.

Bir de pandemi koşullarının hayatınızı nasıl değiştirdiğini sormak istiyorum size. Dezavantajları neler oldu

, tabi varsa avantajlarını da dinlemek isteriz.

Herkes için büyük endişeler ve üzüntüyle geçen bir zaman oldu maalesef, hâlâ da düze çıkmış değiliz. Ama özele indirgersek benim için ilk büyük hayal kırıklığı kitabın yayımlandığı dönemde oldu. Durmuş Saatler Dükkânı Mart 2020’de baskısı tamamlanmış hâlde kaldı, dağıtımı yapılamadı, okura ulaşamadı. Birkaç ay sonra güçlükle okura ulaştı ancak biliyorsunuz kitabevleri hâlâ kapalıydı o dönemde. Satış yalnızca internet üzerinden yapılabildi. Bu da okurun kitaba ulaşmasını güçleştirdi. Bir anlamda adının kaderini yaşadı kitap, saatler onun için de durdu. Kaçıncı olursa olsun her yeni kitap bambaşka bir heyecan verir yazara ama üzülecek o kadar çok şey vardı ki bu kez bunu yaşayamadım maalesef. Ancak ardından çalışma şartlarımızla ilgili başka fırsatlar olduğunu gördük. Bir süre ara verdiğim atölyelerimin hepsine çevrim içi devam ettim, şehir dışından hatta yurt dışından katılımcılar için büyük bir şans oldu bu da. Böyle bir olanak bundan sonrası için de koşullarımızı yeniden değerlendirmemize yol açtı. Bir de işin evde olma kısmı var tabii. Bir yazar olarak arayıp da bulamadığım fırsat oldu. Sürekli okuyarak, yazarak ve bir şeyler izleyerek geçirebileceğimi üretken zamanlara dönüştü bu günler. Vaktimizi çalan sosyal zorunluluklardan kurtulmak bir bakıma işe yaradı bile denilebilir. Yeni bir dünya düzenine geçiyoruz, buna uyum sağlayabilmek önemli. Ben de elimden geleni yaptım ve yapıyorum. Umarım bunu sağlıklı günlerde deneyimleriz.

Son olarak yeni bir kitap var mı ufukta? Bizi ne bekliyor?

Üzerinde çalıştığım bir roman ve bir yandan da tamamlanmaya yakın bir öykü dosyası var. Şu an hangisi öne geçecek bilmiyorum. Gönlüm romandan yana ama bildiğiniz gibi daha yoğun ve izole bir çalışma süreci gerekiyor bunun için. Önümüzdeki ayları iyi değerlendirebilirsem o öncelikli olacak. Şimdilik yalnızca umuyorum…

Yazar
Gonca Atalay
1986 yılında Yozgat’ta doğdum, 1990 yılından beri Ankara’da yaşıyorum. Karadeniz Teknik Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler okudum. Çalışma hayatıma ikiz kızlarımdan sonra kısa bir mola verdim. İlkokul sıralarında başladığım yazma ve okuma çalışmalarım kızlarımdan kalan zamanlarımda halen devam ediyor. 2018 yılında UMAG’da yazma üzerine verilen seminerlere katılarak Gürsel KORAT, Mehmet EROĞLU, Çiğdem ÜLKER gibi isimlerle çalışma imkanı buldum. Öykülerimden bazıları Ada, Edebiyatist gibi dergilerde yayımlandı. Edebiyatın yanı sıra uzun süredir fotoğrafçılık ile de ilgileniyorum. Çeşitli karma sergilerde fotoğraflarım sergilendi.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın