Makale, Toplumcu Edebiyat Tartışması

Toplumcu Edebiyat Tartışması 3 / Edebiyatın Komandoları

Komandoları tanımlamaya kalkmayacağım, her gün gazetelerde marifetlerini okuyup duruyoruz. Köşebaşlarında, tenhalarda kuytularda pusu kurup, gencine yaşlısına, kadınına erkeğine bakmadan, ilerici belledikleri insanların üstüne saldırıp, yumruk sallayan, bıçak saplayan, sonra da toz oluveren –aslında şöyle bir silkinip kafalarını işletebilseler ilericilerin safına katılmamaları söz konusu olamayacak- bir avuç yurt çocuğunun, bilinçsizce, robotça ve de kalleşçe davranışlarını bilmeyen duymayan görmeyen var mı dersiniz? Üstelik, ilericilerin “Bağımsız Türkiye” sloganlarını sinsice bir hesapla dillerine pelesenk edip, kör kör parmağım doğrultusunda, aydınlığı karanlığa çevirmekle görevlendirilmiş bu zavallı kardeşlerimiz. İleriden yana en ufak bir kımıldanışa, aydınlanma yolunda en küçük bir silkenişe sille tokat karşı çıkmak, efendilerinin gazetelerinden başkasını okuyanlara amansızca saldırmak, onların işi gücü. Karınları bu amaçla doyuruluyor, beyincikleri bu amaçla yıkanıyor, daha da saldırgan olsunlar, daha bir yakıp yıksınlar diye. Kendi kafalarının karanlığına çekmek için insanları, tepeden inme bir yasaklar düzeni kurma sevdasındalar, tepeden aldıkları buyruklara uyarak.

Son zamanlarda, edebiyatımız, adına komando kafası diyebileceğimiz, hoşgörüden uzak bir tutumun baskısı altına alınmak isteniyor. Kendilerine üstün, ama çok üstün hikâyeci süsü veren birtakım yeteneksiz insanlar, eline su dökemiyecekleri, eski deyimle “kabına” varamayacakları hikâye ustalarını kötüleyerek –yalnız kötüleyerek mi? Keşki öyle olsa, hainlik alçaklıkla suçlayarak- kendilerini (ahmak sandıkları, küçümsedikleri) okurların gözünde yüceltmeye çalışıyorlar. Kendini değerlendirmenin yolunu başkalarını –hem de kendinden çok çok üstün başkalarını- küçültmeye çalışarak arayanlar bunlar.

Bugün, değersiz bir takım hikâyecilerin (daha doğrusu hikâyeci taslaklarının) nişan tahtası olarak seçtikleri bir büyük usta var: Sait Faik. Hikâyeciliğin doruğuna ulaşmış olan bu ustaya çatmayıp da kime çatacaklar? Kendilerini yüceltmek için onu çürütmeyip de kimi çürütecekler? Onu tutanları da hainlikle suçlayıp kendi yüceliklerine (!), çürütülmez bir kanıt elde etmiş olacaklar! Her babam hey, güler misin ağlar mısın?

Sait Faik hippiymiş, burjuvaymış. Türkiye halkının uyanmasına karşıymış. Veyi onu okuyanın haline! Bir komando tutumu, kafası, daha doğrusu kafasızlığıyla saldırıyorlar bu üstün, üstünün üstünü sanatçıya. Neden? Çünkü, Sait Faik, kendini, çevresindeki senin benim gibi insanları, yalansız dolansız dile getirmiş. Bir martının, bir balığın ölümünü anlatmış. Oysa, Anadolu’da bunca kahırlar çeken insanları görmezlikten gelmiş. Devrimci değilmiş falan filan. Kendileri ne yapıyor bu suçlayıcılar? Fikret Otyam’ın, sayısı onu geçen GİDE GİDE adlı serisinde ele aldığı yürekler acısı konuları, donuk, cansız birer kartpostal halinde, üstelik bozuk bir Türkçeyle, ilkelin ilkeli deyişlerle, yeni bir şeymiş gibi süsleyip püsleyip –o aptal sandıkları, ama, hiç de aptal olmayan, kendi kültürsüz düzeylerinin çok üstünde okurlara- yutturmaya kalkıyorlar.

Sait Faik’i tutan eleştirmenler hainmiş. Sabahattin Ali’yi öldürenlerin yanı başında saf tutanlarmış! Bakın hele siz, ne de rahat konuşuyorlar. Sabahattin Ali’yi bir parmak olsun aşamayan, Sait Faik’in ayağının tozu bile olamayan böbürleçler!

Edebiyatta komandoluğun tutmayacağını bilemeyecek kadar zavallı insanlar! Bir hikâyeci, eğer hikâyeciyse, onu bunu kötülemez. O kaka, ben üstüm demez. Hikâyesini yazar, okurların karşısına yeteneği (varsa eğer), ustalığı (varsa eğer) ile çıkar. Kararı okuyucu verir. Bir süre, eserlerinin fazla satması şımartmamalı insanı. Basın dünyamızı yıllardır ham halat, aşağı düzeyde, saçma sapan romanlarıyla besleyen kadınlı erkekli bir sürü insanın satış rekoru kırdığını unutmayalım. Onlardan edebiyat tarihine yüzünün akıyla çıkanı var mı, var olabilmiş mi?

Ne güzel söylüyor Mutluay: “.. bir sanatçının yapabileceği en iyi şey kendi sanatına çalışmaktır” diye. Bir güzel derstir bu, ama anlayanına. Sağda solda söylevler verip, ulaşamayacağı ustaları kötülemekle, hiçbir değer kazanamaz insan. Komandoculukla sanat bağdaşamaz.

Geçenlerde Cumhuriyet’in sanat sayfasında Bekir Yıldız imzasiyle AMELE adlı bir hikâye (sözümona hikâye) çıktı. Akılsız bir genellemeyle tüm doktorları kötüleyen bir zavallı hikâyeydi bu, gerçeklere aykırı, gerçekleri çarpıtan. Dünyanın hangi yerinde böylesi bir canavar doktora rastlayabilirsiniz, sorarım size? Bir amele (neden işçi değil? Belki de, hain doktorların gözünde dilinde işçinin adı böyledir), babasının böbreğini ameliyat ettirmek için bir doktorla pazarlık eder. İki bin liradır bunun karşılığı. Amele (işçi değil), inşaatlarda harç taşıyarak bulup buluşturur bu parayı. Koşar doktorun yanına. Doktor, ameliyat odasından çıkmıştır. Gömleği kan lekeleriyle doludur. Uzatır parayı, işçi, pardon amele. Doktor alır parayı. Hastane koridorlarında başlar saymaya; elli, yüz, yüz elli vb. Olacak şey mi bu? Diyelim ki olur. Doktor, iki bin lirayı sayıp cebine koyar ve amele sorar: “Babamın ameliyatını yapacaksınız artık, değil mi doktor?” Derken kapının önüne gelmişlerdir. Doktor Beytullah’a (yani ameleye) döner ve şöyle der: “Az önce ameliyat ettiğim babandı. Başın sağ olsun.”

Olmaz böyle şey. Ne Türkiye’de, ne Hotanto’da, ne motantoda. On milyonda bir rastlayamayacağımız bir tip bu, hikâyecinin bize hınçla, nefretle, tiksintiyle tanıtmak istediği. Belki hayatında rastladığı (her meslekte rastlayabileceğimiz türden) kalbsiz bir doktor (bir insan) tipini vermek istiyor hikâyeci. Ama, bu tipi (uydurma olduğundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın) öylesine bir genelleme içinde tanıtıyor ki, insanda ister istemez bir tiksinti uyandırıyor, doktora, doktorlara karşı değil, yazarın kendisine karşı.

Böylesi körükörüne bir hınç, 1967’lerin İlhan Tarus’un da korkunç yanılgılara düşürmüştü. İ.Tarus, Var Olmak adlı romanında Kuvayi Milliye’ye gönül vermiş ülkücü Hamdi Bey’i romanın baş kişisi Hamdi Bey’i, ülkücü aydınlara düşmanlığı yüzünden, insanlık dışı bir davranışla hiçe indirmişti. Reji müdürü olan Hamdi Bey, Aznavur Ahmet Paşa’nın çetelerine karşı inatla, dirençle savaşan bir ülkücüdür. Türkiye’nin kurtuluşunu Kuvayi Milliye’nin zaferine bağlamıştır. Bir kanlı çatışmada, silahına sarılarak arslanlar gibi savaşırken, yazıhanesi kurşun yağmuruna tutulmuşken, birden ülkücülüğünü unutup,  bir süredir evlerinde besleme olarak çalışan on dört yaşındaki bir kızcağızın ırzına geçer, kurşun vızlamaları arasında. Fethi Naci, bunun ne denli bir yazar hainliği olduğunu dile getirmişti yetkisiyle.

Olaylara insancalıktan uzak, onu bunu hainlikle suçlayıp, doğruların doğrusunu tekeline almak isteyen kimselerin, değil sanatçı, insan olabilecekleri bile şüphelidir.

Gerçek santçı, kendi kişisel kinini işleyip, ondan bir sanat eseri çıkaracağını ummaz, ummaya çalışacak kadar alçalamaz. Themos Kornaros’un Haydari Kampı’nı okudunuz mu bilmem. Okumadınızsa okuyun, ne olursunuz! Nevzat Hatko’nun o güzelim çevirisinin büyüsü mü, eserin özünden gelen büyü mü, nedir bilinmez, bu eseri insancalığın doruğuna çıkarmaktadır. Roma’nın baş kişisi Petro Marmaraz korkunç işkencelere uğramıştır. Haydari Kampına gitmeden önce. Mert bir devrimcidir Marmaraz. Nazi Almanlarına karşı yurdunu savunmak için silâh depoları kurmuştur. Akıl almaz işkencelere rağmen, silahların yerini söylemez. Kendi kanından, kendi soyundan bir Elen, satılmış bir Elen (12 Mart döneminin nice satılmışları gibi) tercümanlık görevini aşıp, onu söyleymeye çalışır, işkencecilere taş çıkartan bir alçaklıkla. Marmaraz’ın içi kin doludur o tercümana karşı. Ama, bir yerde, o rezil, o namussuz tercümanın çocuklarını düşününce, yüreği bir insancıl, bir sıcak sevgiyle dolar. Bu rezil işkencecilerin çocuklarına babalarına anlatacak mıyız diye duralar. Hayır, anlatmamalıyız, der “Bu korkunç sırrı biz onlara hiçbir zaman açıklamayacağız: bir insanın yanlış yola sapmaması için nasıl yetiştirilmesi gerekirse öylece, şefkat ve sevgiyi esirgemeden bu yavruları büyüyüp yetiştireceğiz.”

Bu ruh soyluluğunu, bu hoşgörüyü bulmadan, bulamadan hiçbir insanın hele sanatçının, insanca, insanlıkça bir yere ulaşacağına inanmıyorum.

Rauf Mutluay, Cumhuriyet’in 3 Ağustos 1975 tarihli sayısındaki yazısına YASAK KAFASI adını vermiş. Ben, buna KOMANDO KAFASI diyeceğim, diyorum da.

Hoşgörüden uzak bir dünya kurma sevdasındalar bugünün edebiyat komandocuları. Edebiyatçılar adına kurulmuş bir sendikanın Ali kıran baş keseni kesilerek, kendi adlarına en ufak bir yergiyi bile hoş karşılamayarak, sağa sola bildiriler yağdırarak, ortalığı toz dumana bulamaktadırlar.

Oysa, ateş düştüğü yeri yakar.

O kadar. Anlayana davul zurna az…

Vedat Günyol

Yeni Ufuklar – Eylül

***

Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1976’den alınmış, Bahadır Eren tarafından metne aktarılmıştır.

***

Yazı dizisinin ilk makalesi olan Bekir Yıldız’ın 5 Nisan 1975 tarihinde TÖB-DER salonunda yaptığı konuşmayı okumak için tıklayınız.

Yazı dizisinin ikinci makalesi olan Rauf Mutluay tarafından kaleme alınan ve 3 Ağustos 1975 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan Yasak Kafası başlıklı yazıyı okumak için tıklayınız.

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın