Makale, Toplumcu Edebiyat Tartışması

Toplumcu Edebiyat Tartışması 1 / Bekir Yıldız’ın Sabahattin Ali anmasında yaptığı konuşma

5 Nisan 1975 günü TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği)’in İstanbul’daki salonunda yapılan Sabahattin Ali anmasında Bekir Yıldız bir konuşma yapar. Konuşmasında gününün edebiyatçılarını Sabahattin Ali – Sait Faik karşılaştırması üzerinden eleştirir ve toplumcu edebiyatın savunusunu yapar.

Bu konuşmadan sonra edebiyat dünyasında Bekir Yıldız’ın konuşmasında da bahsettiği gibi kendisi hakkında çok sert eleştiriler yapılır. Kimi yazar ya da şairler de Bekir Yıldız’ın arkasında durur.

Tartışamaya kimler katılmaz ki: Rauf Mutluay, Vedat Günyol, Ferit Edgü, Can Yücel ve kısa açıklamalarıyla Leyla Erbil, D. Ceyhun, Metin İlkin, Fakir Baykurt.

Dinozor’da bu tartışmalara ilişkin yazarların o dönem yayınladıkları makaleleri, yaptıkları açıklamaları bir dosya halinde yayınlayacağız.

Böylesi bir dosyayı bugün yayınlamamızın nedeni de, ne yazık ki bugünün edebiyat dünyasında bu tartışmaların yapılmıyor olması. Toplumcu edebiyat üzerine yazan yazarların ve karşılarındaki kampta yer alan edebiyatçıların konumlarının genç edebiyatseverler için de ufuk açıcı olacağını düşünüyoruz.

***

TARTIŞMAYA NEDEN OLAN KONUŞMA

SABAHATTİN ALİ’NİN ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE

İSTANBUL TÖB-DER SALONUNDA 5 NİSAN GÜNÜ

DÜZENLENEN TÖRENDE BEKİR YILDIZ’IN

YAPTIĞI BİR KONUŞMA

Arkadaşlar,

Yüzlerce yıldan beri halkımızı kandırıyorlar. Burada bulunanların, hepimizin ortak yanı budur işte: Kandırılmış, ihanete uğramış kişileriz. Buradan sizlere, kandırılmış bir ulusun, kandırılmış bir kişisi olarak yalan söylememeye söz vererek konuşmama başlıyorum.

İçimizde, insanın sahip çıkması gereken bu erdemi sürdüren başkaları da vardır. Ama bu günü, şurada bırakıp geriye baktığımızda, halkımızı kandırmamış, halkını kandıranlara karşı savaşmış pek az insan görürüz.

Bu insanlardan birisi de hiç kuşkusuz Sabahattin Ali’dir. Ben, Sabahattin Ali’yi yaşarken tanıyamadım. Tanıyamazdım hem. O kavgasını yaymaya çalışırken, bilindiği gibi öldürüldü.

Ben o yıllar ne yapıyordum? Yoksul bir ailenin çocuğu olarak, binbir güçlükle sürdürdüğüm öğrenimimim sonunda elde edebileceğimi sandığım mutlu bir hayatın avuntusuyla yaşamaktaydım. Benim gibi milyonlarca çocuk da yarınlara böyle bakmaktaydı.

Yıllar geçti. Kimisi, düzenin suçluluğunu, kendi suçlarıymış gibi omuzlayıp hapishanelere gönderildi. Kimisi kaçakçılığa yöneldiği için sınırlarda öldürüldü. Kimisi sınırları aşıp Almanya’da, Hollanda’da, Fransa’da emeğini sattı. Kimisi, düzenle uzlaşıp halkının insanca yaşama hakkını yağma edenlerin kumpanyalarına katıldı. Bizim kuşak böylesine darmadağın olurken, öbür yanda halkımızın gerek iç, gerek dış sömürüden kurtulmasını düzenin değişmesine bağlamış Sabahattin Ali vardı.

Şimdi daha iyi anlıyorum: aldatanlar, aldatmak istemeyenin başına neden vura vura öldürmüşlerdi.

Yöneticiler kazanmıştı. Sabahattin Ali’yle birlikte Sabahattin Ali’nin paylaştığı düşünce de boğulmak istenmişti. Öyleyse hainliklerine daha rahat devam edebilirlerdi. Ettiler de.

Üç beş yıl sonra da Sait Faik öldü.

Ölüm gününde andılar. Adına ödüller koydular. Hatta yıllar sonra, bu ödülü alabilmek için ben de can attım. Şimdi bu ödülün her yıl daha bir yaygınlaştırarak neden verildiğini anlıyorum. Ödülü alan kimdi? Yazar mı, yoksa Sait Faik miydi?

Ödül alan yazarın kitabı belki birkaç bin fazla baskı yapıyordu. Ünleniyordu da. Ama Sait Faik ödülüyle Sait Faik’ti daha çok yaygınlaşan, kitapları baskı üstüne baskı yapan. Duygusallıktan öte gitmeyen, yarını yaratmak yerine, bugünü kıpırdatmadan, sömürenle – sömürülen yerine, iyiyle kötüyü yerleştirmeye çalışan ve hatta kötüyü de bağışlatmak isteyen bir düşünceye yaygınlık kazandırılıyordu böylece.

Peki, Sabahattin Ali neden anılmıyordu? Daha doğrusu Sabahattin Ali’ye burjuvazi Sait Faik’e sahip çıktığı kadar neden sahip çıkmıyordu?

Birisi adına ödüller konurken, evi müze yapılırken, ötekisinin mezarı bile neden yoktu?

Az önce Sabahattin Ali’yi öldürmekle, yöneticiler kazandı demiştim. Eğer ölen, öldürülen etse, kemikse doğrudur. Ama öldürülmek istenen bir düşünceyse, dünya ayağa kalksa güç yetmez buna.

Hıncım Sait Faik’e değildir. Hıncım, Sait Faik hikayeciliğine sahip çıkışın niteliğine karşıdır.

Sait Faik düzenin değiştirilmesiyle değil, düzenin sonuçlarıyla oyalanmış bir yazardır. Burjuvaziyle hesaplaşmak yerine, bir hippi tavrıyla burjuvaziden kaçmış, doğaya ve yoksul insanlara sığınmıştır.

Hayattan kaçışına karşın, sanatçı olarak içtenliğini sonuna değin korumuş bir yazardır da. Onu, burada, eksikliğinden ötürü kınamıyorum. Bu eksikliği bilen, bilinçli, hain aydınları, sustukları veya gerçekçi toplumcu edebiyatı yıpratmak amacıyla Sait Faik hikayeciliğini, düşüncesini yaygınlaştırmak istedikleri için lanetliyorum. Ne yapacağız öyleyse? Nasıl savaşacağız bu alçaklarla?

Günümüz Türkiye’sinde insan, dün olduğu gibi bugün de iş bölümünün doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak, her dilimi ele geçirilmiş, param parça edilmiş bir süreçte yaşamını sürdürüyor hala. Gündelik yaşantısı içerisinde yapacakları, kendi bilincinden bağımsız bir biçimde sıraya konmuş, belli bir çerçeve içerisinde yaşamak zorunda bırakılmıştır. Biz böyle bir insana gerçekliğini öykü yoluyla sunmaya çalışırken, bu noktayı gözden ırak tutmamak zorundayız. Bu zorunluluk bizi yoğun öyküler yazmaya götürür. Yani öncelikle yapılması gereken şey, yoğunluğu olan öyküler yazmaktır. Bir örnekle somutlamaya çalışırsak: likör bardağını renkli suyla dolduralım. Bu suyu, sonra, kocaman bir su bardağına boşaltalım. Göreceksiniz, su bardağı ağzına değin dolmuş olacak. Nasıl mı? İç içe konmuş iki su bardağının arasındaki hacim, küçücük likör bardağına eşse, büyük bardak dolmuş gibi görünür. İşte, öyküde yapılması gereken: hem gerçekle ilgisi olmayanı açığa vurmak, hem de, hilesiz bir bardağın suyunu, küçücük likör bardağına hile yapmadan sığdırabilmektir. Yeter mi bu? Çağımızdaki değişimin akıl almaz hızı her şeyi eskitiyor. Eskiyen şeylerin anlatıcısı durumuna düşmemek için bizim de anlatımımıza bir hız katmamız gerekiyor. Bunları yaparken, yaşadığımızla yetinmeyip, yaşanmakta olanla soluk almaya çalışmamız gerekmektedir. Dünya gibi, hem kendi çevremizde, hem de güneşin çevresinde dönmesini bilmeliyiz. Amacımız kapalı odalarda salt kendi suyumuz ve kendi güneşimizle çiçek yetiştirmek değildir. Hayattan kopardığımız bir tohumu, kendi suyumuz ve hayatın güneşiyle yeşertmektir. Üstelik bu öyle bir tohum olmalı ki, yeryüzünün neresine ekilirse ekilsin, orada da yeşerebilmelidir. Bir de; hayatın acı gerçeklerinin katılaştığı, ya da tam tersi gevşettiği insanlarımızı, sanatsal olanla etkileyebilmek için; bir “silkeleme” bir “buyur” edebilme öğesi olan gerilimi de öyküyle kaynaştırmak zorundayız.

Bütün bunları daha iyi somutlamak için Sabahattin Ali’nin “Ayran” isimli hikayesini birlikte yorumlayalım isterseniz:

Olaylar nasıl gelişir? İstasyona gelir, ilk trendeki yolculardan birisine sattığı ayranın karşılığını alamadan tren gider. İkinci treni saatlerce, soğukta, karda, istasyon binasının önünde bekler.

İşte, kanımca, Sabahattin Ali’yle, Sait Faik hikayesinin önemli ayrımı burada düğümlenmektedir. Sait Faik olsaydı, istasyon memuru, soğukta bekleyen çocuğu, içeri alırdı. Ama Sabahattin Ali olaya, insan ilişkilerine böyle bakmamaktadır. Çocuk karın altında saatlerce beklemektedir. Sorarım size, hangi yazarın tavrı, insanın (insanlığın kurtuluşu) açısından daha doğrudur?

Kuşkusuz, insana acımakla, insanı sevmeyi birbirine karıştıran, bilerek veya bilmeyerek kavram kargaşalığına sürüklenmiş olanlara göre doğru olan tavır Sait Faik’inki olacaktır.

Bana göre, bize göre doğru olan tavır Sabahattin Ali’ninkidir. Neden mi?

İnsanlığın kurtuluşu, himaye edilişine indirgenince, ne himaye edilen insan ne de insanlık kurtulabilir. Önemli olan muhtaç olanı, o anki durumundan kurtarmak değil, muhtaç olmayı yaratan ekonomik nedenleri ortadan kaldırmaktır. Sabahattin Ali, Hasan’ın kurtuluşunu ne ayran satmaya, ne de istasyon memurunun vicdanına bırakmıştır. Hasanların kurtuluşunu, bir düzen değişikliğine bağlamak istemiştir.

Altmış sonrası halkımız hızlı bir bilinçlenme sürecine girmiştir. Toplumcu edebiyatın işlevi somutluk kazanmış, yeni yazarlar gelmiştir edebiyatımıza. Özellikle hikayede, sorunlara toplumcu gerçekçi yaklaşım, Sabahattin Ali çizgisinde geliştirilmek istenmiştir. Hatta gereken yaygınlığı da okurdan bulmuştur, diyebiliriz. Ama, köşe başlarını tutmuş hain eleştirmenler, yazarlar, aydınlar, gerek basın gerek radyo ve televizyon aracılığıyla, halkımızın kurtuluşunu engellemekte, dün Sabahattin Ali’yi öldürenlerin yanıbaşında saf tutanlar, bugün toplumcu edebiyatın etkinliğini kırmaya çalışmaktadırlar. Bu gerçeği bilerek, tüm hainliklerin üzerine üzerine yürümemiz, yani sanatla – politikayı birlikte sürdürmemiz gerekmektedir.

Burada şu önemli gerçeğin de altını çizmekte yarar görüyorum: Edebiyat, ideolojik mücadelenin dolaylı araçlarından biridir. Zamana ve koşullara bağlı bir biçimde öne çıkar veya ikinci plana düşer. Ama ideolojik mücadeledeki yeri ve önemini hiçbir zaman için yitirmez. Bu nedenle de edebiyatı, ideolojik eylemdeki yerini, ne yok saymak ne de abartmak doğrudur. Gün gelir, ideolojik mücadelenin doğrudan sürdürüldüğü araçlar egemen güçlerce denetlenmek istenir. O zaman bir edebiyatçı, sözgelimi bir Sabahattin Ali çıkar, kavgayı edebiyat yolu ile sürdürmeye devam eder. Göze batar, öldürülür. Gün gelir, ideolojik mücadelenin doğrudan yürütüleceği araçlar oluşur, oluşturulur. Edebiyat ikinci plana düşer. Ama edebiyatçı yine kavgasını sürdürür ve bu böylece sürüp gider.

***

Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1976’den alınmıştır.

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bir Cevap Yazın