Makale, Toplumcu Edebiyat Tartışması

Toplumcu Edebiyat Tartışması 2 / Yasak Kafası

Çalışmalar yorgunluğu sonunda geç kalmış bir tatile hemen başlama hevesi, bazı olayları gözümden uzaklaştırmış benim. Temmuz dergilerinde iyice açığa çıkan önemli bir suçlamayı görmemişim. Arkadaşım Fethi Naci, azarlama sınırına yaklaşan dost uyarısıyla, dikkatimi çekmeseydi Birikim dergisinin temmuz sayısını almayacak, Bekir Yıldız’ın, Sabahattin Ali – Sait Faik Hikâyeciliğini karşılaştıran konuşmasının tam metnini bilmediğim için –kulağıma gelen eksik söylentilere güven duymamanın rahatlığında- susuşumla onun yargı yanlışlıklarına katılmış gibi olacaktım.

Görevi gereği bu köşe, ne tekil eleştirileri yüklenir, ne kişisel savunmaları öne alır. Cumhuriyet’in yazısız ilkelerine gönülden güvendiğim için de, şimdiye değin nesnel bir gözlemcilikten uzaklaşılmamıştır. Bugün konu edineceğim eğilim tutarsızlığı da yalnız Bekir Yıldız’ın yanılgısı değil, belki konuşmasını alkışlamamış olanların, düşüncelerini dergilerine aktarmış bulunanların, sonunda ellerine geç gelen tam metni herhangi bir açıklama eklemeksizin yayımlamak gereğini duyanların birleştiği ortak bir tutum olmalıdır. Gerçekten Türkiye Defteri’nin haziran sayısında “Hesap Defteri” sayfasını görmemiş değildim. “Sait Faik Hikâye Armağanı Bekir Yıldız’dan geri alınmalıdır” başlıklı yazıda, Militan dergisinde okunmuş bir haber özetine dayanılıyor. Aysel Özakın’ın kısalttığı konuşmadan aktarmalar yapılıyordu: “…Hıncım Sait Faik’e değil, onun hikâyeciliğine sahip çıkma niteliğinedir…” Nasıl inanılabilirdi bu söze. Sait Faik Armağanını kazanmış bir hikâyecinin bu insafsız görüşüne. Sabahattin Ali Hikâyesini sevmenin Sait Faik’in sanatını yadsımak gereğini getirdiğini sanan yasak kafasını yakıştırabilir miydim Bekir Yıldız’a? Herhalde yanlış anlaşılmış bir yorum değişikliği eksik aktarılmış bir metin bozukluğu olmalıydı. Kendim dinlemediğim gibi konuşmayı, duyanlara da rastlamış değildim. Durmadım üstünde.

Söylev coşkusu yanılır

Şimdi görüyorum ki –bütün hoşgörüme karşın- Bekir Yıldız, kendisine yüklemek istemediğim bütün yanılgılarla suçlamaların sahipliğindedir. TÖB-DER salonlarında havaya karışmış olan konuşması, bir derginin sayfalarına basılmış yazı olarak önümüzde. İşte dediklerinden bazı bölümler: “Saik Faik’in ölümünü biliyorum. O yıllar İstanbul’daydım. Ve Sait Faik’i hep bildim. Ölüm gününü andılar. Adına ödüller koydular. Hattâ yıllar sonra bu ödülü alabilmek için ben de can attım şimdi bu ödülün her yıl daha bir yaygınlaştırılarak neden verildiğini anlıyorum. Ödülü alan kimdi? Yazar mı, yoksa Sait Faik miydi? Ödül alan yazarın kitabı, belki birkaç bin baskı fazla yapıyordu. Ünleniyordu da. Ama Sait Faik Ödülüyle Sait Faik’ti daha çok yaygınlaşan, kitapları baskı üstüne baskı yapan. Duygusallıkta öte gitmeyen, yarını yaratmak yerine bugünü kıpırdatmadan, sömürenle sömürülen yerine iyiyle kötüyü yerleştirmeğe çalışan ve hattâ kötüyü de bağışlatmak isteyen bir düşünceye yaygınlık kazandırılıyordu böylece…”

Sevgi armağanı

Öteki bölümlere geçmeden “Sabahattin Ali neden anılmıyordu? Daha doğrusu, Sabahattin Ali’ye burjuvazi, Sait Faik’e sahip çıktığı gibi neden sahip çıkmıyordu?” sorusuna cevap vereyim. Bu işin temelinde de gene büyük bir sevgi yatmaktadır; Bekir Yıldız’ın azlığını gözlediğim. Oğlunun ölümünden sonra Makbule Hanım, kitaplarının gelirinden karşılanmak, yılın en beğenilen hikâye kitabına verilmek üzere bin liralık bir armağan kurmuştu. 1955 – 1959 arasında Sabahattin Kudret Aksal, Haldun Taner, Tahsin Yücel, Necati Cumalı, Orhan Kemal, Oktay Akbal hikâyeciliğimizin o dönemdeki başarı halkaları bu armağanla değerlendirilmiş oldular. 1960 – 1963 arasında bir uygulama eksikliği oldu. Sonunda mallarını önemli bir hayır kurumuna bağışlayan Makbule Hanım, vasiyetnamesinin gereklerini yürütmekle Darüşşafaka Cemiyetini görevlendirdi. Zincirlikuyu mezarlığında oğluyla yan yana yatan bir ananın şefkat yüreği bütün ömrünce desteklediği tek çocuğunun anısını kurumlaşmış bir güç haline getirdi böylece, 1964 -1975 arasında Darüşşafaka Cemiyetinden – zamanla arttırılan- armağan alan hikâyecilerimiz de şunlar: Mehmet Seyda, Adnan Özyalçıner, Kâmuran Şipal, Mahmut Özay, Cengiz Yörük, Tarık Dursun K., Muzaffer Buyrukçu, gene Orhan Kemal, Faik Baysal, Zeyyat Selimoğlu, Bekir Yıldız, Bilge Karasu, Füruzan, Demirtaş Ceyhun, Fakir Baykurt, Adalet Ağaoğlu.

Bir yere kadar korku çekinmeleriyle eseri yayılamayan Sabahattin Ali’nin bütün kitaplarının 1965 – 1966 da Varlık Yayınevince basılmış olduğunu hatırlamanın sırasıdır şimdi. Var olduğu sanılan sakıncalar o yıllarda ortadan kalkmıştı. Onun da kitaplarının gelirinden adına bir armağan kurulması olanağı vardı doğallıkla. Bekir Yıldız’ın deyişiyle burjuvazinin değil; ailesinin, yakınlarının, kitaplarının gelirinden bir anış payı ayırmayı düşünmemiş olan kişilerindir görev ihmali. Sanıldığı kadar derinde değil bu düzen. En dar günlerde Orhan Kemal Roman armağanının –küçücük bir plâkanın hatırına- nasıl başarıyla uygulandığını ve bu görevi yüklenenlerin en haklı seçimleri gerçekleştirmekte pek de güçlük çekmediklerini de hatırlayalım: 1972’de Yılmaz Güney, 1973’de Çetin Altan, 1974’te Sevgi Soysal, 1975’te Erdal Öz’ün vakitli eserleriydi armağanını kazanan. Bu yolla da toplumun yaşadığı baskı havası, armağanı kazanan eserlerin sert eleştirileriyle bir kez daha protesto edilebiliyorlardı.

Gölgeler Savaşı

Sait Faik’in eksikliğini kınamadığını söyleyen; “Bu eksikliği bilen, bilinçli hain aydınları, sustukları veya gerçek toplumcu edebiyatı yıpratmak amacıyla Sait Faik hikâyeciliğini, düşüncesini yaygınlaştırmak istedikleri için lânetliyorum. Ne yapacağız öyleyse? Nasıl savaşacağız bu alçaklarla..” diyen Bekir Yıldız’ın böyle bir yasak kafası taşıyabileceğini doğrusu hiç düşünmemiştim. Eserine oy veren, armağanı kazandığı yılın töreninde onu ve kalemini değerlendirerek öven ben, bu kafanın sağlıklı ürünleriyle karşı karşıyaydım o zamanlar. Sait Faik Hikâye Armağanının onun adına ve eserine de onur ve değer kattığına inanarak. Şimdi ne görüyoruz? Likör bardağının içindeki renkli suyla hikâyecilik anlayışını açıklamaya çalışan, ama ne dediği bir türlü anlaşılmayan Bekir Yıldız, kendisini de hak ettiği ilgiyle karşılamış olan bütün çevreyi şöyle suçlamaktadır: “Köşebaşlarını tutmuş hain eleştirmenler, yazarlar, aydınlar, gerek basın, gerek radyo ve televizyon aracılığıyla halkımızın kurtuluşunu engellemekte, dün Sabahattin Ali’yi öldürenlerin yanıbaşında saf tutanlar, bugün toplumcu edebiyatın etkinliğini kırmaya çalışmaktadırlar. Bu gerçeği bilerek tüm hainliklerin üzerine üzerine yürümemiz…”

Bir yasak kafasının gölgeler savaşı bu. Toplumcu edebiyatın etkinliğini kim durduruyor? Bekir Yıldız’ın hikâyeleri baskı üstüne baskı tazelerken herhangi bir engelle mi karşılaştı ki. Üstelik eserlerinin yayımından iyi para kazanabildiğini de biliyoruz. Sait Faik’in bütün eserlerini yayan kurum, Sabahattin Ali’nin de külliyatını aynı özenle okurlarına sunmuyor mu? Daha geçen haftalarda Bekir Yıldız’ın bir hikâyesi Cumhuriyet’in Sanat sayfasında ilk yeri almadı mı? Türk Dili Dergisinin özel sayısında hem Sait Faik incelenmektedir, hem Sabahattin Ali, gereğince. Kendimden söz etmek gereğini de duyarak Bekir Yıldız’a “100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı” ile, “50 Yılın Türk Edebiyatı” kitaplarının ilgili bölümlerine bakmasını salık veriyorum. Her iki kitap da Sıkıyönetim yılında basılmış, kovuşturmaya uğrar gibi olmuş, bazı yerlere sokulmamışsa da memur –öğretmen olan yazarına herhangi bir ceza getirmemiştir. Öyleyse neden bu kuruntu, bu vesvese, bu yanlış suçlamalarla köpüren söylev sesi? Cevabını bilmiyor değilim. Sabahattin Ali’yi anma toplantısında Sabahattin Ali’den çok kendini anlatmakta, kendini öne sürmektedir Bekir Yıldız. Kimse ona nasıl yazmalı diye sormadığı halde, bir ölüm yıldönümünde likör bardağı örneğini verebilmektedir. Çok zaman olduğu gibi sanatçı ben’i geliyor önde. Öz sevgisi, kişilik gururu, bencillik duygusu… Onun için bir sanatçının yapabileceği en iyi şey kendi sanatına çalışmaktır.

Rauf Mutluay

Cumhuriyet – 3 Ağustos 1975

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bir Cevap Yazın