Kitap

Sevgi Soysal’ın Şafak romanı üzerine

Aşağıdaki kitap eleştirisi Atilla Özkırımlı tarafından kaleme alınmış ve Nesin Vakfı 1976 yılı yıllığından aktarılmıştır. Bu tarz makaleleri gün ışığına çıkartırken, kitapların yayınlandıkları dönemde nasıl karşılandığını daha iyi anlamamıza ve önemlerini yerli yerine oturtma çabalarına katkı sağlamayı amaçlıyoruz.

***

Bir sürgünün yaşamasından çıkardığı kesitle 12 Mart dönemini sergiliyor Sevgi Soysal. Konusu kabaca böylece özetlenebilen Şafak, temelde 12 Mart olgusunu didikleyen, çözümlemeye çalışan, bu olguyu oluşturan unsurları eleştirel bir süzgeçten geçiren, insana, toplumsal gerçeklik içinde, ama kendi gerçeğini de gözden uzak tutmadan yanaşan bir bütünü kucaklıyor. En önemli yanı da duygusallıktan uzak bir özeleştiriyi getirmiş olması.

Adana’da geçen ve bir akşam yemeğinde başlayıp şafakla biten olay şu: Adana’da sürgünde bulunan Oya, bir rastlantı sonucu tanıştığı Avukat Hüseyin tarafından Ali’nin evine akşam yemeğine götürülür. Tekstil fabrikasında işçi olan Ali, Hüseyin’in ve tutuklu bulunduğu Selimiye’den salıverilince Adana’ya gelen Mustafa’nın dayısıdır. Yemek de Mustafa dışında Ali’nin bacanağı Zekeriya ve komşusu Ekrem de vardır. Bir ihbar sonucu ev basılır, evdeki erkekler ve Oya Emniyete götürülür. Sorgu sabaha kadar sürer. İhbarın asılsızlığı sabah hepsinin bırakılmasına yol açar.

Roman üç bölümde gelişiyor: Baskın, Sorgu ve Şafak. Birinci bölümde, baskını belirten ilk hareketi çıkış noktası alan Sevgi Soysal, geçmişe dönüşlerle romanın kişilerini sergiliyor. Tıpkı bir fotoğrafçı gibi kapı tekmeyle açıldığı an düğmeye basıyor ve hareketi ilk aşamasında donduruyor. Sonra bu anın kişilerini tek tek, daha önceki bir zamandan o an’a alıp getirerek bir ilişkiler bütünü yerleştiriyor. Böylece olayı bilinçli olarak kesip o an’la kişileri arasında gidip gelerek hem parçaları birleştiriyor, hem de bir gerilim yaratıyor. Çünkü Soysal’ın amacı salt olay değil, bir durumu anlatmaktır. Kuşkusuz baskın bir olaydır, ama olayı yaşayan kişiler açısından düşünüldüğünde bir durumdur söz konusu olan.

İkinci bölüm olan Sorgu’da ise olay daha geniş bir boyuta ulaşıyor, ekonomik ve toplumsal olanın belirlendiği siyasal bir çerçeve içine oturtuluyor. İlişkiler çemberi genişliyor böylece; yeni bir durum yeni kişileri getiriyor. Gerçeklik de kişiler arasındaki ilişkiler yoluyla belirleniyor.

Roman iç ve dış biçiminde adlandırabileceğimiz iki çatışma üzerine kurulmuş: Birincisi insanın dış gerçekle çatışması, ikincisi de kendi kendisiyle. Dış gerçekle çatışma, düzene karşı çıkış olarak ortaya konuyor ve roman kişilerinin iki karşıt uçta yer almasıyla belirginleşiyor. Roman kişileri arasındaki ilişkilere bu çatışma yön veriyor. Temelinde ekonomik ve toplumsal nedenler yatan siyasal bir çatışma bu. İç çatışma ise, kendini aşma olarak beliriyor ve romana bir kendini sorguya çekme biçiminde yansıyor. Bu iki çatışma romanda iç içe yürüyor, biri ötekinden soyutlanmıyor, karşılıklı etkileşim içinde bütünleşiyor. Başarıyı da bu sağlıyor zaten.

Sevgi Soysal’ın kişileri canlı. Seviyor, bağlanıyor, korkuyor, utanıyor, ihanet edebiliyorlar. Söz gelimi birinci şube müdürü Zekai Bey ve polis Abdullah, tutuklulara karşı insanca davranmasalar, güçlü görünmeye çalışsalar da, kendi dünyaları için tutkuları, özlemleri, zayıflıkları olan insanlardır. En önemlisi de kukladır onlar. İpler başkalarının elindedir. Akdeniz Sanayi’nin patronu Turgut Sabuncu gibilerinin örneğin. Yazar, oynanan bir oyunun içyüzünü gösterir, geçer. Zekai Beyler, polis Abdullah’lar oynanan oyunun aktörleridir yalnızca. Ama bu onları temize çıkartmaz. Görevlerinin ne olduğunu, kime karşı olmaları gerektiğini bilirler. “Hayatı boyunca değişen rüzgarları, bu rüzgarların değiştirdikleri güçleri anı anına izlemiş olan Zekai bey”, “boyutları sık sık değişen bir futbol sahasında” gol yemeden oyun çıkarmanın ustasıdır.

Öte yandan sürgün cezasının bitmesine birkaç gün kala patlak veren bu olay Oya’yı korkutur. Tutukluluk, işkence, neyle suçlandığını bilmemek… Geçmişte, “tutukevinde duydukları, gördükleri: unutulması zor anılar” korkusunu büyütür. Ama hepsinin üstünde Oya’nın gerçekliliğini vurgulayan bir başka ayrıntıyı kullanır yazar. Tek başına kapatıldığı, sabah neyle karşılaşacağını bilmediği hücrenin karanlığında, beli ağrıyan, hastalanacağını düşünen Oya ansızın paniğe kapılır. Kadınlığının doğal belirtisi olan bu durum “olabilecek tatsızlıkların hepsinden fazla” ürkütür onu. Tepkisi insancadır: “Az sonra, Abdullah beni buradan çıkarıp aydınlık bir yere götürdüğünde rezil olacağım. Benden orospu diye söz eden Abdullah karşısında. Durumumun utancıyla kendimi savunamayacağım.” Ama çok sürmez bu. “Pis bakışlı Abdullah’ın karşısına kirli bir pantolonla çıkmak korkusu, bu düşüncenin verdiği utanç duygusu” hafifler gittikçe. “Kendini bekleyen nice çirkinlik arasında niçin bunu düşündüğüne” şaşar. (s.92-95)

Örnekler çoğaltılabilir. Ama önemli olan, benzeri ayrıntıların yaşarlık kazandırdığı örnekleri sıralamak değil. Altı çizilmesi gereken şu. Sevgi Soysal’ın kişileri tıpkı hayatın kendisi gibi değişken. İlişkileriyle var oluyorlar, gerçeklikleri bu ilişkilerin niteliğine ve gelişimine bağlı. Duyguları, düşünceleri hem kendi gerçeklerinden bağımsız değil, hem de yaşadıkları olayların içinde biçimleniyor ve davranışlarına yansıyor.

Başta da değindiğim özeleştiri bu oluşumun belirlediği değişkenliğin sonucu. Eğer doğru, “algılar, kavramlar ve bilimsel teoriler ile nesnel gerçek arasındaki uygunluk olarak” tanımlanıyor, bu uygunluğun “tarih boyunca, insanın sürekli faaliyeti ve araştırması ile gittikçe daha genişlemekte ve derinleşmekte” olduğu (Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı) kabul ediliyorsa, sorguyu, tutukluluğu yaşayan Mustafa’nın sürekli bir iç hesaplaşmayı sürdürerek kimi doğrulara varmasından; Oya’nın, tutukevindeyken bir arkadaşıyla yaptığı şu tartışmayı hatırlamasından doğal ne olabilir:

“Sen ondan farklı değilsin”, demişti Feza. “Hayalcisiniz. Birinin elinde dinamit, ötekinin kalem, sonuç aynı. Saatler ayarlı ve kurallı makinalardır… Akşam zamanı şafağı vuran saat sadece yanlıştır. Sen aslında yanlış çalışan saate inanmak istesen de batan günle doğan günün sırasını tersine çeviremezsin.”

“Hata yapıldı evet…”

“Yapıldı, yapıldı ki buradayız.”

“Demek aşağı yukarı hepimizin saati bozuk.”

“Çünkü aslında şafak vakti değil…” demişti Feza…

Romanda göze batan tek kusur, Sevgi Soysal’ın anılarını fazlaca kullanmış olması. Bu, romanın yapısında yer yer kopmalara yol açıyor. An’la geçmiş arasındaki bağ, kısa geçişler, birinden öbürüne atlamalar biçiminde yürütülmediği, çağrışımın ötesinde, kimi durumlar hikaye edildiği için kurgusal bir aksama doğuyor. Kimi anılar ya da izlenimler üst üste yığılıyor. Anlatımda bir denge kurulamamış kısacası. Bu açıdan yazar birinci bölümde ne ölçüde başarılıysa, ikinci ve üçüncü bölümlerde o ölçüde başarısız.

Atilla Özkırımlı

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bir Cevap Yazın