Makale

2. Ölüm Yıldönümünde Sabahattin Eyüboğlu

Ağabeyim benden iki yaş büyüktü. Ama birimiz azgın öteki durgun gözüktüğümüz için bu yaş farkı daha çokmuş gibi görünürdü. Ne tuhaf bu yaş durumu! Ağabeyimi kaybedeli iki yıl oldu. Şimdi onunla aynı yaştayız. Onun yaşı iki yıl önce durdu. Bizim taksi çalışıyor. Biraz sonra ben onun abisi olacağım. Biz beş kardeştik; Sabahattin Eyüboğlu en büyüğümüzdü. Benim nüfus kâğıdım 1913 yazıyor. Ama anamız der ki, o yıllar için her çocuk en az iki yaş küçük gösterilirmiş, iki yıl sonra gitsin diye askere. Gel zaman git zaman işler tersine dönmüş, kardeşimin liseyi bitirdiği zaman açılan Avrupa sınavlarına katılabilmesi için yaşını iki yıl büyütmesi şart koşulmuş.

Yaşına kurusuna boş verelim de, iki kardeş arasındaki eşine az rastlanır arkadaşlığa gelelim. Biz yalnız beş kardeş değil arkadaş olduk. Bu ikisinin kolaylıkla yanyana geldiğini görenler parmak kaldırsın. Her zaman olmuyor bu güzel anlaşma. Çevreme bakıyorum da öyle kardeşler var ki… Maazallah… Arkadaşlıktan vazgeçtik, ilk fırsatta bir ötekinin hakkından gelecek.

Eski mektuplara, aile fotoğraflarına, notlara bakıyorum da aklım duruyor. Böylesine güzel bir arkadaşlık zor bulunur. En az yirmi yıl sürmüş bu güzel çizgi, bu güzel ses, bu güzel rüzgâr sonra sonra… bütün arkadaşlıklar gibi… bütün türküler, bütün kitaplar gibi bitmiş:

Portakal kabuğundan
Kavun diliminden
Havalandı nakışlar
Avşar kiliminden
Çılgın topukları üstünde
Sebepsiz sevincin
Adamın canı dostlara
Güzel haberler götürmek ister
Aksi gibi ne dost var meydanda
Ne de güzel haber

Son savaş yıllarında yazmıştı bunu. Ağabeyle dostluğumuzun en sağlam yıllarında. Benim haberim bile olmadan alınmıştı:

-Ne demek: Ne dost var meydanda? Biz neyiz öyleyse? diye.

Fena halde terslemişti beni. Ama son savaş yıllarında askerdim, oğlum yeni doğmuştu. Çok, ama zor geçti askerliğim. Bütün gerilim, son savaş karşısında Türkiye’nin nazik durumundan ileri geliyordu:

-Ha girdik savaşa, ha gireceğiz.

Bunun ne demek olduğunu durumu yaşayamayanlara anlatmak için dâhi romancı olmak gerek.

-Ha gittik… Ha gidiyoruz.

Evet, o yılların acısını kardeşim de çekti. Üç kez askerlik yaptı. En ufak bir şikâyet duymadım bu konuda:

Herkesle gelen

Düğün bayram değil mi?

Ağabeyimin yaşamını başından sonuna kadar yazmak isterim. Ama buna gücüm yeter mi? 1928’den 1970’lere kadar ona yazdığım, onun bana yazdıklarını bir araya toplayabilsek iyi kötü bir cilt çıkar ortaya, ama nerde bizde mektupları saklama, üstlerine titreme çabası; mektupların yüzde doksanı gitti gider dahi gider. Ben size bugün ağabeyime dair bir olayı aynen anlatmağa çalışacağım.

Yıl 1945-46. Ankara’da ağabeyimin Kızılay’la Sıhhiye ortalarındaki minicik evindeyiz. Minik bir mutfak, minik banyo, minik oda. Bu mini mini yuva, bugün adları çok büyüğe çıkan en az bir düzine Türk aydınını bağrına basardı. Size ilk aklıma gelen isimler: Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Sabahattin Ali, Hasan Ali, Âşık Veysel, Tonguç, Oktay Rıfat, Nurullah Ataç, Fuat Ömer, Kadri Yörükoğlu, Ahmet Muhip Dranas, Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar, Hikmet Birand. İsterseniz daha bir bu kadar sayabilirim. Dostlarla geçen bir gece, yarıyı çoktan geçmiş… Saat sabahın ikisi üçü. Zamanın Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Bey geliyor. Âşık Veysel’in sazı yeni susmuş, ev perişan. Orhan Veli bir koltukta sus pus uyumuş gitmiş. Cahit Sıtkı ara sıra uyanıyor, bir iki mısra mırıldanıp tekrar dalıyor.

Hasan Âli Bey şöyle başlıyor:

– Nihayet Sabahattin Ali’nin ne mal olduğu anlaşıldı. Bilmem kim hesabına çalışıyormuş…

Donduk kaldık. Sabahattin Ali yakın arkadaşımızdı.. Ona vurulan leke hepimize dokunurdu. Ağabey, soğukkanlı:

“Bu konuda kesin belge var mı elinizde?”

“Bre, bu adamlar insana belge bırakırlar mı?”

“Peki, nasıl ispat edeceksiniz başkaları için çalıştığını?”

“…………………..”

Hasan Âli reis kem küm edince, ağabey aynen şöyle konuştu:

“Bakın, elde en ufak bir belge olmadan çok sevdiğimiz bir insanı suçluyorsunuz. Olmaz böyle şey! Biri gelip sizin için aynı şeyleri söylese ne yapmamızı istersiniz? Ortada hiçbir belge yokken nasıl inanalım bu çirkin yakıştırmalara?” Hasan Âli, bu çeşit konularda belgenin çok zor olduğunu savunmaya çalıştı. Ama ağabey sonuna kadar dayattı. Ve gün geldi, aynı suçlamalar Hasan Âli reise yöneltildi. İnsafsızca. Kahrettiler o güzel insanı. Yediler, bitirdiler.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bir Cevap Yazın