Makale

O, Kültür Sorununu Türkiye’nin Değerler Bütünü içinde Çözümlemek İstemişti

Eyuboğlu ile türlü toplum ve kültür konuları üzerinde karşı karşıya tartışma olanaklarımız ömrümüzün kısa bir dönemine, aşağı yukarı 1942 – 1952 yılları arasında toplanır. Ama, yurttan uzak kaldığım yirmi yıl boyunca, çoğu kez “Yeni Ufuklar”ın sahifelerinde, tazesi tazesine sesini en çok duyduğum insanlardan biri idi Sabahattin Eyuboğlu. Yurdumun nabzının atışını, halkımın özlemlerini dinleyebilmişimdir onun yazılarında.

Eyuboğlu sadece genç kuşakların değil, kendi kuşağından bir çoklarının da gözlerini gerçeklere açmıştır. Azra Erhat, alçak gönüllülükle “Sabahattin Eyuboğlu benim pirimdi” derken bunu anlatımlamak istiyordu. Şimdi Eyuboğlu’nun iki ciltte toplanmış yazılarını tekrar okurken ben de bu gerçeği daha iyi anlıyorum. Onunla her sorunda anlaşmışızdır, diyemem. Ama o benim de bir çok görüşlerime ışık tutmuştur.

Eyuboğlu Türkiye’nin bütün kültür sorunlarını, bugün “Batı düşüncesi” diye nitelenen ve kökenleri, halkımızın üstünde oturduğu topraklarda yeşermiş uygarlıklara çıkan değerlerin bütünü içine oturtup çözümleme çabasında idi. Onun din, eğitim, politika, bilim, sanat, edebiyat, dostluk, sevgi… üzerine düşüncelerinin türlü yönlerini inceleyecek yazıların yer alacağını umuyorum şu kitabın içinde. Yine de, onun parmak bastığı, ya da dokunup geçtiği sorunlar arasında yeterince tartışılıp açıklanmamış olanlar kalacaktır. Ben burada, onun “halk” ve “halk kültürü” üzerine görüşlerinde birkaçını özetlemeyi ve açıklamayı deneyeceğim. Benim yazım gibi, ölümünün ikinci yıldönümünde onun anısına adanan şu kitabın içindeki öteki yazılar da, genç kuşakları. Eyuboğlu’nun, yaşamı boyunca çözümlemeyi kendine iş ve dert edindiği türlü kültür sorunları üzerinde araştırmalara girişmeye, düşünüp tartışmaya bir çağrıdır.

Eyuboğlu’nun “millet” ve “halk” kavramları üzerinde öncelikle durduğu pek çok yazıları var. Bunlarda düşüncesi zaman zaman okuyanlara çelişkili gibi gelen dalgalanmalar gösterir.

………………………….

Eyuboğlu’nun 1940 ile 1965 arasında yayınlanmış, ve bu sorunlarla ilişkin yazılarında şu temel düşünceler beliriyor:

  1. Halk, toplumun hor görülen, ezilen, emeği sömürülen çoğunluğudur. Başka başka ümmet ve millet topluluklarında da olsa yaşamları ile kaderleri ile birbirinin aynıdır halklar. (Burada kavrama “sınıf” niteliği yüklenmiştir.)
  2. Halk, çocuk gibidir: İyiye de yöneltilebilir, kötüye de; toprağa benzer: bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur; ne ekersen onu biçersin.
  3. Halk, aynı zamanda, çağımız insanlığının ulaşmayı özlediği, şairlerinde, sanatçılarında, bilim adamlarında sözcülüğünü bulan toplum ülküsünü içinde gizleyip yaşatan ortamdır. – Bu politik anlamı ile halk insanlığın gelişiminde ümmetten de ileri bir aşama sayılır.

Bu ülküyü gerçekleştirebilmek için toplumu, ilk bir aşamada millet birliğine ulaştırma gerekliliği de gözden uzak tutmuyor Eyuboğlu. Daha sonraki bir aşamada ise millet ve halk ayrılığı da kalmayacaktır.

Millet birliğine nasıl ulaşır? Bu soruyu cevaplandırmak için Eyuboğlu sık sık Atatürk’ün millet anlayışının bir çeşit yorumlanasını dener. Türk milleti Türkiye halkını kapsamalıdır; bunun için de bu yurdun geçmişini benimsemekte, aynı bir tarih bilincine varmakta birleşmelidir.

…………………………………….

Atatürk’ün tarih anlayışı üzerinde de bir çok yazılarında ısrarla durmuştur Eyuboğlu. 1955’te “Tarih ve Türkiye Üzerine” bir soruşturmaya cevabında şöyle diyor:

“… Bir tarihçi değildi Atatürk. Hatta belki şu veya bu tarih görüşünde karar kılmış da değildi. Ama giriştiği devrimlerin yeni bir tarih görüşüne dayanması gerektiğini bilginlerimizden daha iyi biliyordu. (…) Medeniyetin kaynağında Türklerin görmesi bir üstünlük böbürlenmesi değil, bir dünyaya açılma, insanlık tarihini benimseme, düşüncemizi saran kabuklarını kırma gayreti idi. Hitit’i, Yunan’ı Türk’e bağlarken asıl istediği, Yeni Türkiye’nin gelişmesine engel olabilecek küflü, içine kapalı, dar sınırlı her çeşit tarih görüşünü sarsmak, bize her yeniliği benimsetecek bir eskilik bilinci, bir tarih derinliği kazandırmaktı. (…) Türklüğü Türkiye dışında düşünmek, üstünde yaşadığımız tarih kaynakları ile aramızı açmak, geçmiş üstüne çalışmalarımızın amacı olamazdı elbet. Troyalılar Türktü demek bahasına da olsa toprağımızın tarihini benimsemek zorunda idik. Kaldı ki bunu belki Fatih bile söylemiş, kendini Bizans’ın hakiki ve meşru mirasçısı, bu toprakların ilk sahibi saymıştı.”

(“Denemeler”, s. 546.)

Türklerin Troyalıları benimsememeleri sorunu Eyuboğlu’nu ilk kez 1974’de Montaigne’i Türkçeye çevirirken ilgilendirmiş. 1962’de yayınlanmış bir yazısında (İlayda ve Anadolu 1962. “Mavi ve Kara”, s. 283 – 291) bu konuda soruşturmalarının hikayesini anlatır. Montaigne, denemelerinden birinde diyor ki: Türklerin padişahı II’nci Mehmed, Papa’ya yazdığı bir mektupta “Biz de, İtalyanlar gibi, Troyalıların soyundanız. Yunanlılardan Hektor’un öcünü almak benim kadar onlara da düşer; onlarsa bana karşı Yunanlıları tutuyor.” Eyuboğlu, Montaigne’in haber verdiği bu belgeyi Osmanlı tarihi uzmanlarından, bu arada Mükrimin Halil ile Yahya Kemal’den soruşturmuştur… Onlar gülmüşler: “Montaigne uydurmuş.” demişler. – Hikâyenin devamı var: 1961’de Eyuboğlu, bir grupla, Dumlupınar’da savaş meydanını geziyormuş. Büyük savaşta bulunmuş bir emekli albay, Mustafa Kemal’in: “Biz Dumlupınar’da Yunanlılardan Troyalıların öcünü aldık.” Dediğini, anıları arasında anlatmış.

……………………….

Sabahattin Eyuboğlu, Fatih’e ve Mustafa Kemal’e yakıştırılan bu sözlerin gerçekte söylenmiş olup olmadıklarını sonradan da araştırdı mı, bilmiyorum. Ölümünden az önce ben kendisine Fatih’in çağdaşı bir tarihçinin eserinde, Fatih’in söylediği rivayet edilen, ve Montaigne’in aktardıkların pek benzeyen sözlere rastladığımı haber vermiştim. Belki bu konuya yeniden dönmeye fırsat bulamadı, belki de bunu gereksinmedi; çünkü onun “tarih belgeleri”ne karşı şüpheci, küçümseyici bir tutumu vardı; hem de geçmişte “gerçekten olmuş”tan çok “olduğuna inanılan ve böylece benimsenen”e önem ve değer verirdi. Burada, sırası gelmişken, ve onun eserini sürdürmek isteyenlere yararlı olur düşüncesiyle bu tarih belgesinin öğrettiklerini özetleyeceğim.

İkinci Mehmed’in çağdaşı Bizanslı tarihçi Kritovulos, Fatih’in Midilli üzerine 1458’de giriştiği seferi anlatırken şöyle diyor:

“… Padişah donanmayı donattı, Mahmut Paşa’nın emrine verdi, Midilli adasına gönderdi. Kendisi de Çanakkale boğazını geçtikten sonra Anadolu üzerinden Midilli adasına yöneldi. Çanakkale topraklarında eski Troya bölgesinin başkenti olan İlion şehrine varınca bu eski şehrin yerini, yıkıntılarını ve ayakta kalmış nice güzel eserleri uzun uzun seyretti. Yeri bakımından, karadan ve denizden, şehrin önemini gereğince değerlendirdi. Fatih burada Akhilleus. Ajas ve başka kahramanların gömülü oldukları yerleri araştırmış, ve şair Homerus’un övgülerine konu olan bu kişileri ve büyük işlerini anarak onlar hakkında beslediği beğeni duygularını belirtmiş, övgülerini bildirmiştir. Padişahın, başını sallayarak, şu sözleri de söylediği rivayet edilir: “Yüce Tanrı beni bu şehrin ve orada oturmuş onların tarafını tuttuğum için bugüne kadar korudu, esirgedi. Biz bu şehrin düşmanlarını yendik, ve onların yurtlarını talan ettik. Burasını Makedonyalılar, Tesalyalılar ve Meralılar feth etmişlerdi, bunların biz Asyalılara karşı o düşmanca girişimlerinin öcünü, aradan nice yüz yılla geçtikten sonra, onların soyundan gelenlerden aldık…”

(Kritovulos,. Tarih-i Sultan Mehmed Han-ı Sânî, Mütercimi: İzmir mebusu Karlidi. “Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nın ilavesi. İstanbul 1328/1912. S. 160-161)

Kritovulos’un çeviricisi Karolidi Efendi şu notu düşmüş: “Eski Yunanlılarla eski İranlılar arasında savaşları yazmış olan tarihçi Herodotos, eserlerinin girişinde, Avrupa ile Asya arasında öteden beri sürüp gelen anlaşmazlığı bu savaların sebebi olarak anar, ve Troya olaylarının da bu savaşların bir uzantısı olduğunu ileri sürer. Kritovulos’un, Troya kahramanları hakkında Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’ne atf ettiği yukardaki sözleri, gerçekte İskender-i Rûmî söylemiştir.”

İstanbul’un 500’üncü fetih yıldönümü vesilesiyle Fatih üzerine kocaman bir kitap yazmış olan Alman bilgini Babinger ise, Fatih’in Troya ile Troyalılar hakkında söylediği rivayet edilen, ve Kritovulos’un aktardığı sözleri şöyle yorumluyor: Her halde, diyor, II. nci Mehmed’in yanında bulunan İtalyan hümanisleri onu, Troya’nın ilk kralı Teukros’un soyundan geldiğine inandırmış olmalıdırlar.

Eyuboğlu’nun halk kültürü çeşitlemelerinden (sanat, şiir, türkü, oyun, bilmece.) birine ya da ötekine ayırdığı incelemeler de var. En belirginlerini sıralayayım: Halk bilmeceleri (1937. “Denemeler”, s. 489-500); Türkü ve kilim (1949. “Denemeler”, s. 501-502); halk dansları ve halk türküleri üzerine: Bizim Anadolu (1956. “Mavi ve Kara”, s. 5-11); masal üzerine: La Fontaine’i çevirirken 1960. La Fontaine. Masallar. (Remzi Yayını. İstanbul, 1960, önsöz; “Denemeler”, s. 512-518): halk dansları üzerine: Halk Oyunları (1961. “Mavi ve Kara”, s. 88-93); “Denemeler”, s. 453-462); Eski İstanbul’da bir düğün (1961. “Denemeler”, s.463-471); halk türküleri üzerine: Yıldızlı bir türküler gecesi (1961. “Denemeler”, s. 458-462); halk şairleri üzerine: Âşık Veysel (1952. “Denemeler”, s. 376-381): Yunus Emre’ye selâm (ayrı bir kitap. İstanbul, Çan Yayını, 1966, 75 sahife); Pir Sultan “Denemeler”, s. 522-535)

Bu incelemelerinde Eyuboğlu’nun vardığı sonuçlardan ve ileri sürdüğü düşüncelerden başlıcalarını özetlemeden yazıma son vermek istemem; bizi birbirimize yakınlaştıran, en çok konuşup tartıştığımız, ya da tartışmasını özlediğimiz konulardı bunlar.

Eyuboğlu, Türkiye halk geleneklerinin kökenlerini öncelikle Anadolu’nun en eski uygarlıklarında arar. Bu tutum bir yandan, Anadolu’nun kültür mirasının tümünü Türklerin eski yurtlarından getirdikleri yargısında direnenlerin, öte yandan da kökü Anadolu’da olan kültürde Türklerin hiçbir payı olmadığı düşüncesiyle, bunun gerçek sahipliğine sadece Türklerin yurtdaşları, ya da yakın komşuları ama onlardan dince ve dilce ayrı toplulukları layık görenlerin tarih görüşlerine bir tepkidir. Anadolu’nun kültür sorunların bu açıdan inceleme ve yorumlama çabasında Eyuboğlu yalnız değildi. Azra Erhat ve Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) ile ortaklaşa oluşturdukları savundukları bir görüştü bu. Türkiye’de ve Türkiye dışındaki arkeolog, etnograf ve sanat tarihçilerinden de –çoğu kez birbirinden habersiz kalmakla beraber- bu görüşe katkıda bulunmuş bilim adamları vardır. Ama yine de Balıkça-Eyuboğlu-Erhat üçlüsü günümüzün kültür sorunlarını etkileyen-ya da etkilemek isteyen- sonuçlara varmakla ötekilerden ayrılırlar. Örneğin Eyuboğlu’nun, “üç güzel içinde ille Elif” diyen bir karacaoğlan türküsü ile, İda Dağında (bizim Kaz-Dağında) Troyalı Paris’in, üç Tanrıçadan birini seçmesi efsanesinin, Euripides’in bir tragedyasında sözü edilen Diyonizos dansları ile bugünkü Karadeniz horonlarının bağlantıları olabilir mi? sorununu tartışırken, ya da, eskiden dümen yekelerine insan elleri oyan Bodrumlu bir kayıkçının hünerini anlatırken, sözü, halk ortamına ve aydın çevrelerde kök salmış “softa düşünce”nin nasıl en cömert atılımlara köstek olup özlemini çektiğimiz millet birliğine ulaştırmayı engellediğine getirir.

Eyuboğlu’nun bir kaygısı da, gelenekleri (halk şiirini, halk sanatlarını, halk inanışlarını) taklit ederek, ya da eski toplum düzenini yaşatarak sürdürmek için değil, onlardaki, günümüze güç verecek olumlu yönleri yorumlamak, ve böylece gerçek bir tarih bilincine varmak için benimsemektir. Örneğin kilim ile türküden söz ederken, geleneğin, sanat ve bilimin gelişme aşamalarındaki yerini şöyle belirtiyor:

“… İnsanın sanat ve bilimde ilerleyişi, geçtiği yerlerden tekrar tekrar, ve her seferinde başka başka anlayış ve niyetlerle geçmekle olur. İşte bu yüzden türküyü sevenlerimiz arasında her zaman düşünüş birliği yoktur. Bu sevgide bir yere kadar beraber coşup sonra birbirimize düşebiliriz. Örneğin, türküyü ve kilimi Batı sanatına karşı koyma duygusuyla sevenlerle, onları, tam tersine Batı sanatının en ileri gelişmelerine katılarak sevenler elbette anlaşamazlar. (…) Türkü ile kilim de geri bir toplum düzeninin meyveleri. Kim ister türküleri besleyen perişan halin süre gitmesini, makine dururken ellerini gözlerin aşınmasını, türkü ile avunup kilim üstüne oturmasını…”

(Türkü ile kilim. 1949. “Denemeler”, s.502)

…………………………..

Eyuboğlu, insanlığın geleceği için gerçek sanata gerçek bilime dayanan, daha doğrusu onlarla kaynaşmış, onlardan ayrılmaz bir bütün halinde oluşmuş bir “toplum yönetimi”ni müjdeler gibidir. Böylesine bir düzene “ütopya” diyenlere şu karşılığı verir: “… İleri fikirlere ütopya demek öylesine moda oldu ki, yaşasın ütopyalar, demek geliyor insanın içinden. Öyle ya, topsuz tüfeksiz bir dünya ütopyai dayaksız eğitim ütopya, cehennemsiz ahlâk ütopya bitsiz, sıtmasız köy ütopya… Ne gariptir ki bu fikirlere ütopya diyenler kendi hayatlarında, zevklerinde gerçekten çok hayale, ruha, masal dünyalarına düşkün oluyorlar da bu fikirleri güden gerçekten gayrısına inanmıyorlar.”

Pertev Naili Boratav

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın