Makale

S. Eyüboğlu, Çağımızın İkiliği İçinde İmeceyi En Yiğitçe Benimseyen Kişidir

“Paluko öldü, bilesin
Biz de birer birer
öldük, ölüyoruz
bilesin:
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir!” (*)

20 yıl boyunca Sabahattin’den aldığım iki üç kısacık “mektup”tan biridir bu. Olduğu gibi aktardım size.

Arada nice dostumuz ölmüş gitmişti. Yazışmadık, duyguların mektuplara zor sığması yüzünden olmalı…

Sıra Paluko’ya gelince, Sabahattin dayanamadı, çığlığı kopardı:

“Paluko öldü, bilesin.”

Yunus misali: “Yanlış yalan değil, dosttan haber geldi gider”…

Paluko’yu duyardım ama, tanışmadık, onunla denizlere açılmışlığımız yoktu. Öyle de olsa, Sabahattin’e göre Paluko’nun öldüğünü bilmem, mutlaka gerekliydi.

Bana bu kara haberi iletmesi, kesin bir iç zorunluluktu.

Nedenini anlar gibiyim.

Sanırım bir Orhan Veli’nin ölümüne nasıl üzüldüyse, Paluko’nun ölümüne öylesine üzüldü Sabahattin. Buna şaşmayın. Kiminin yazı yazması, kiminin balık tutması ya da sünger çıkarması değildi önemli olan.

Sabahattin’in insanoğlunda aradığı başkaydı, onu bulunca da, anca beraber kanca beraber olurdu onunla. Kim olursa olsun, küçük ya da büyük, ünlü ya da ünsüz.

Denizin dibinden ustalıkla sünger koparmak, kelime denizinden ustalıkla söz devşirmek kadar güzeldi. Yeter ki imece karışsın işin içine, yâni hep birlikte yapılmış bir iş olsun, hem de çıkarsız. (Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet şiir imecesi unutulur mu?) Daha doğrusu ekmek parasını çıkartmaktan başka bir çıkar gözetilmeden ve onun ötesinde, yeter ki toplumsal bir yarar uğruna çalışılsın. Sabahattin’in dostluktan anladığı buydu, özlediği dünya buydu; paranın ötesinde ilişkiler.

Balıkçı Paluko’dan, Orhan Veli’den, hepimizden beklediği dostluk çeşidi bundn başka bir şey değildi hiç bir zaman.

Neden Tonguç, neden Orhan Veli, neden Sabahattin Ali, neden Âşık Veysel, neden Paluko, neden seyyar bir fırıldakçı ve daha niceleri yatardı gönlünde?

(*) Bu satırlar renkli bir “Kartpostal”ın sırtına yazılmış. Mozaikli resimde mor tavus kuşu bitki gagalıyor. Ardında siyah, kapkaranlık bir kemerli kapı var, er geç geçilesi bir kapı.

Namuslu emek, göze ve düşünceye sevinç emek, yüreklere şenlik emek, yurdu güzel bir şiir, güzel bir resim, güzel bir heykel, güzel bir türkü örneği donatmak için emek, isteği buydu.

Köy enstitüleri bütün bunların filiz verdiği bilgi yayma ocakları idi. Sabahattin Eyuboğlu’nun en büyük katkısı, sanırım bu ocaklarda olmuştur. Enstitü dergisinde iri lâflar peşinde değildi kimse. Usta marangoz çırağına nasıl bir çivi çakmayı, tahtayı testerelemeyi, rendelemeyi öğretiyorsa, Sabahattin de varlıksız köylü çocuklarına yazmayı öylecene öğretti, somuttan başlayarak.

Yazı denilen yapı, enstitülü çocukların yattığı damın çatısı kadar sağlam olmalıydı. Yazı denilen tarla, traktörün açtığı çizgiler kadar düzenli ve yaban otlarından arınmış olmalıydı. Bu çabanın ürününü biliyorsunuz: tarihimizde ilk kez, varlıksız köylü sınıfı dile gelmişti, artık büyük yazarlar yetiştiriyordu.

Sabahattin küçük büyük iş tanımıyordu, her yerde, hep aynı çaba. Çevirdiği bir filmin seslendirilmesi sırasında yanında bulundum Sabahattin’in. Hepimize ne büyük ders! O ne titizlik, bir “ve” uğruna kılı kırk yarma, belli belirsiz bir ses uğruna kan ter içinde kalma saatlarca…

Onca, bir işi tek başına yapmak, tek başına sevişmek kadar verimsizdi. Çeviriyi, çeviri kadar kişisel görünen bir işi bile tek başına yapmaktan hoşlanmıyordu. Ömrünün son saatlerine dek, hep beraber karşılık aradılar dilden dile, üç arkadaş…

Emek kişisel bir çıkar kaldıkça yabancılaşıyordu gözünde.

İyi çalışmanın da, iyi rakı içmenin de hep beraber olmadıktan sonra tadı yoktu.

……………………….

Sabahattin’in teorik ya da siyasal bir çaba ile değil, gönül yordamı ile bulduğu gerçek, hep beraber yapılmış işin, hep beraber yaşanmış denizin, hep beraber çevrilmiş filmin, çekilmiş ve seyredilmiş fotoğrafın, hep beraber söylenmiş türkülerin eşsiz tadı olmuştur. İsmi lâzım değil, “yabancılaşma” sorununun, çağımızda en geniş Marksist yorumunu getirmiş dost bir filozofla deniz kenarındaki evinde yaz mevsimini geçirmiştim, yıllar oluyor. Okyanusa karşı duran evinin ötesinde, kayalıkların arasında yıkık bir kulübesi vardı, denize girmeden önce havlularımızı yıkık duvarlara asar, açıklarda yüzerdik hep. Sabahın birinde, damsız kulübede geceyi geçirmiş birkaç genç bulduk oracıkta. Koca filozof köpürmesin mi birdenbire? “Burası benimdir, burada işiniz ne, başkasının arasında ne arıyorsunuz”… demesin mi?

Kendi içimize bakınca en devrimci geçinenimiz bile en çelişmeler bulur. Dost filozofa ilk taşı atacak kişi beri gelsin! Gerçekten de çağımız, çelişkiler çağı, dışımızda ve içimizde, kişide ve toplumda. Toplumun temel yapısı değiştikten sonra bile, kişinin ve toplumun geçmişten kalma üstyapısal davranışlara kapıldığı oluyor ve tersine, toplumun temel yapısı değişmeden bile, geleceğin davranış ve duyuşunu önceden, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, geliştiren kişiler çıkabiliyor, tek tük de olsa.

Teori ve eylemi, düşünceyi ve duyuşu devrimci çizgiye tüm ve tam olarak ulaştırmış kişiye rastladığımı sanmıyorum. Olsa olsa şu ya da bu ölçüde bunu başarmış kişiler tanıdım, bir ömür süresince. Tam ve tüm kaynaşmayı, sınıfsız toplumda bir gün gören görecektir, ona onlara ne mutlu!

Dobra dobra diyeceğim şu ki, bence Sabahattin, çağımızın ikiliği, giderek ikiyüzlülüğü içinde, imeceyi ilişkilerinde, çevresinde en yiğitçe benimseyen, sürdüren, geliştiren pek az kişiden biridir.

Sabahattin’in derin bir izi kalacaktır bu ülkede.

Ünlü deyimi tersine çevirip:

“Kalan kalır giden ölüler bizimdir”… diyorum.

“Bilesin”. diyor Sabahattin. “Biliyorum.”

Abidin Dino

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın