Anlatı sanatının tarihi Türk edebiyatında çok eskiye gider. Eski anlatı örneklerine, çokluk sanıldığı gibi, sadece halk hikâyelerinde ve masallarında raslanmaz. Bu örnekler edebiyat tarihimizle başlar. Örneğin, sekizinci yüzyılın Orhon yazıtları, bu tür başka bir çok yazıtların tersine, kuru bir övünme ve başarıları sayıp dökme anıtı değildir. Sibirya’da Baykal gölü yöresindeki bir Türk devletinin nasıl çöküp sonra yeniden kurulduğunu, içtenlikle, alçakgönüllülükle ve insancıl bir üslupla anlatan bir belgedir. Bu sıcak içten ve insancıl duygu, onbeşinci yüzyıl sonunda yazıya geçirilen Dede Korkut hikâyelerinin bir çok yerinde de görülür. Halk için yazılan düz yazı aşk hikâyeleri dışında yine halk yığınları düşünülerek hazırlanmış, yarı dinsel yarı epik konuları işleyen, büyük topluluklarda okunan, yüzlerce sayfalık destanlar da vardı. Bunların Battalname, Danişmendname, Saltukname, vb. dört beş yüz yıllık yazmaları kütüphanelerimizdedir. Dilleri de bugün konuştuğumuz Türkçeden pek farklı değildir.
Ancak, eski edebiyatımızın en zengin anlatı örnekleri eski tarihlerimizde seyahatname ve sefaretnamelerimizdedir. Ne yazık ki eskiler, bu yapıtların, divan şiirinin söz oyunlarına dayalı ve «inşa» adı verilen süslü düzyazı ile yazılmayanlarını «edebiyat» saymamışlar ve bu metinlere önem vermemişlerdir. Örneğin (bugün hayranlıkla okuduğumuz Evliya Çelebi Seyahatnamesinin ve yazarının adına eski kaynaklarda hiç raslanmaz. Eski ve yeni tarihçilerimiz de bu metinleri sadece tarihsel olayları incelemek ve karşılaştırmak için kullanılacak bir başvuru kitabı olarak görürler. Kısaca, başka dillerde olduğu gibi, bunların bir edebiyat ürünü olduğu hatıra gelmez.
Edebiyatçılarımız ise, Tanzimat’tan başlayarak günümüze kadar, hiç birini derinliğine incelemeden, tarihçilerimizi, padişahları dalkavukça öğen ve olayları abartarak çarpıtan, ağdalı ve anlaşılmaz bir dille yazan yazarlar olarak görürler. Onlardan küçümseyerek söz ederler. Bu büyük bir haksızlıktır. Eski tarihçilerimizden bir çoğu sırasında, padişahları da, vezirleri ve başka devlet büyüklerini de, yapılan adaletsizlikleri, haksızlıkları ve israfları da çok acı bir dille ve büyük bir cesaretle eleştirmişlerdir. Ağdalı yazanlar da olmuşsa da bir çokları konuştuğumuz dilden az farklı sade bir Türkçe ile yazmışlardır. (Osmanlıca ve Türkçe sorununu ayn yazıda ele alacağım.)
Türk aydınının dramı bunlardan habersiz olmasıdır. Bunun da tek sorumlusu şüphesiz eğitim sistemimizdir. (Bu konuyu ileride ayrıca işlemek ve gençlerimize eski düzyazıdan örnekler vermek istiyorum.)
XVIII. yüzyılın sonlarında, yabancı dil bilen Giritli Ali Aziz adlı bir elçinin yazdığı «Muhayyelât» (Düşlenenler) adındaki hikâyeler kitabının genellikle halk hikâyelerinin etkisinde olmakla birlikte, kimi hikâyelerin biçim ve üslûbu bakımından, batı hikâyeciliğine bir köprü kurduğu kabul edilir.
Romanın adı ve kendisi ancak Tanzimat sonundaki büyük çeviri hareketi ile ortaya çıkar. 1860’lardaki bu çeviri hareketi 1870’lerin ilk Türk romanlarını hazırlar.
Bu ilk romanlar, bir ölçüde Fransız edebiyatının etkisinde olmakla birlikte, bir yandan da halk edebiyatı geleneğini sürdürüyordu. (Özellikle halk hikâyeleri, destanları, ortaoyunu ve meddah). Bu akımın başlıca temsilcisi olan Ahmet Midhat (1844 – 1912), gerek çağdaş, gerek kendisinden sonraki kuşak yazarlarının kendisini küçümsemelerine karşın sonuna kadar bu yolu sürdürmüş ve en çok okunan bir halk romancısı olmuştur.
Tanzimatçılardan Namık Kemal romantik ve tarihsel (İntibah, Cezmi), Recaizade Ekrem de güldürü yolu ile toplumsal yergi (Araba Sevdası) romanlarını yazmışlardır. Samipaşazade Sezai ile Nabizade Nazım ise, Fransız romanlarının etkisi altında realist roman örnekleri vermişlerdir. (Sergüzeşt, Karabibik ve Zehra).
Yüzyılın başında (kimilerine göre bugün bile) Türk romanının dev adı, Servet-i Fünun okulundan Halit Ziya Uşaklıgil’dir. Yapıtlarını 1890’larda yayınlamağa başlamışsa da başyapıtını (Aşk-ı Memnu) 1900’de verdiği için Yüzyılımızı onunla başlatabiliriz.
«Her sanat bir mimarlıktır» derler. Bununla anlatılmak istenen, her sanat ürününün, bir mimarlık yapıtı gibi, bir plana göre her ayrıntısı işlenmiş bir bütün oluşturması gerektiğidir. Bu bakımdan Uşaklıgil Edebiyat tarihimizde benzeri az olan bir roman ustasıdır. Önemli yapıtları, teknik bakımdan kusursuzdur. Her sahife büyük bir özenle işlenmiştir. Çala kalem doldurulmuş bir parçaya raslamak olası değildir. Yalnız dili, Servet-i Fünun modasına uyduğu için, Fikret’in ve Cenabinki gibi yapmadır. Onlar gibi devrinin konuşma dilini bir yana bırakarak, «havas» (yüksek sınıf) için yep yeni bir karma dil ortaya çıkarmıştır. Zamanla (özellikle Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının «Yeni lisan» hareketinden sonra) düştüğü yanılgıyı yavaş yavaş kendisi de anlayarak, 1920’lerden sonra, romanlarının yeni basımlarını hazırlarken, bunların dilini oldukça sadeleştirmiştir.
Ne var ki, onun romanının genel planı içinde olayları sıralaması, geliştirmesi, roman kişilerini işlemesi, konuşturması, vb. pek çok romanımızda gördüğümüz dengesizlik, dağınıklık, ölçüsüzlük, kimi sayfaların çala kalem doldurulması, olayların akışı içinde birdenbire konunun özetlenivermesi, bölük pörçük olması gibi aksaklıklarla karşılaştırınca, Uşaklıgil’in sanatında gerçek bir mimar olduğu ortaya çıkar.
Haklı olarak denilebilir ki, batıda da tek bir tip roman tekniği yok. Pek çok roman tekniği olduğu gibi ayrı tekniklerde başarı sağlayan romancılar var. Bu doğrudur. Bizde de denenmiştir. Ama sorun seçtiği teknikte başarıya ulaşabilmektir.
İkinci Meşrutiyetten sonra göze çarpan ilk romancı Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. Ahmet Midhat okulunu daha üstün bir başarı ile sürdüren Hüseyin Rahmi, Fransız realist ve naturalist okullarının yöntemlerini yüzyılımızın ilk çeyreğinde, Türk toplumu yaşamına uyguladı. Paşa konaklarından kenar mahallelerde yaşayan küçük memur evlerine kadar girerek o devir Türk toplumunun belgesel denecek bir kesitini verdi. Recaizade ile Ahmet Midhat’ın ince bir alayla taşladıkları «Batıya öykünen züppe» tipini, asıl adı «Alafranga» olan «Şıpsevdi» romanında çok daha ustaca işledi. Bu başarıları yanında yine de Ahmet Midhat okulunun, anlatının birliğini bozan, konu dışı çıkmalara başvurma yolundan kendini kurtaramadı.
Halide Edip’in bütün yapıtlarında ana motif kadın ruhu ve kadın kişiliği, daha sonra da Türk kadınının, toplumdaki yerini alabilmek için yaptığı savaşımdır. Bireylere, geleneklere, alışkanlıklara, önyargılara, genellikle tutucu topluma karşı yürütülen bir savaşım. Halide Edip, Türk kadınının cesaretini ve özverisini, Kurtuluş Savaşı üzerine yazdığı Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye adlı romanlarında adeta destanlaştırmıştır. Yazarın ilkin İngilizce olarak yazıp yayınlamış olduğu en ünlü yapıtı «Sinekli Bakkal» benim kanıma göre, Batılı okurların egzotik konulara merakı göz önünde tutularak planlanmış ve yazılmıştır. Yapıtın bütününde Pierre Loti’vari bir doğu havası esmektedir. Ben yazarın, uzun gurbetten döner dönmez yazdığı, Tatarcık’ta da böyle bir yabancı hava sezdim. Yazar topluma yeniden alıştıkça bu hava yavaş yavaş dağılır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu hemen bütün yapıtlarında Türk toplumunun türlü devirlerinden kesitler vermiştir. Bu bakımdan Kiralık Konak çok ilginç olmakla birlikte bence Hüküm Gecesi ile Bir Sürgün edebiyatımızda örnekleri bol olmayan bir düzeyde ve niteliktedir. Yazarın konularını tarihsel çerçeve içinde gereği gibi incelediği, olaylardaki «gerçeğe uyarlık»tan kişilerin inandırıcı canlılığından, o döneme değgin dedikodulara yer verilmemesinden anlaşılmaktadır. Yaban’a gelince, Cumhuriyetten önceki ilk denemeyi saymazsak, bu yapıta köy edebiyatının bir habercisi gibi bakabiliriz. Yayınlandığı zaman koparılan fırtınanın ne kadar yersiz olduğunu daha sonraki köyden yetişen pek çok yazar kanıtlamıştır.
Hemen hemen aralıksız onbir yıl süren, halka açlık, yoksulluk, yas ve umutsuzluk getiren savaşlardan yorgun ve bezgin çıkan bir toplum, 1920’lerde Reşat Nuri’nin son derece duygusal aşk romanları ile karşılaştı ve onlara dört elle sarıldı. Çalıkuşu’nun o zamana kadar bizde görülmemiş başarısının bir nedeni bu her halde. Ayrıca, roman kişileri artık İstanbul’dan çıkıp Anadolu’nun köylerine ve kasabalarına kadar uzanıyorlardı. Yazar ülkenin el değmemiş köşelerindeki gözlemlerini de kitabına serpiştirmişti. Üstelik bu, bütün Anadolu’yu ayağa kaldırmış olan Kurtuluş Savaşı’nın sona erdiği sıralarda oluyordu. Bütün bunlar o zaman edebiyatımız için az yenilik değildi. Reşat Nuri, kolay okunan akıcı Türkçesiyle, aynı türde, birbirine benzer bir kaç roman daha yazdı. Bunlar, memleket gözlemleri dışında, içerik bakımından epeyce yüzeyde kaldı. Ne var ki, 1920’lerin sonlarına doğru Reşat Nuri’de bir değişiklik oldu. Aşk konusunu bırakarak, ya da arka plana atarak kimi toplumsal sorunları ele aldı. Ancak bu konulara artık bu işi daha ciddiye alan genç yazarlar el atmıştı. Benim kanıma göre Reşat Nuri’nin iki ciltlik Anadolu Notları son romanlarından daha değerli ve daha ilginçtir.
Servet-i Fünun‘culardan Mehmet Rauf’un Eylül romanından beri edebiyatımızda, psikolojik çözümleme yöntemi sürekli bir biçimde kullanılmamıştı. Peyami Safa bir çok romanlarında bunu denedi. En başarılısı kendi çocukluk anılarından esinlenerek yazdığı «Dokuzuncu Hariciye Koğuşu»dur. (1930) Bir Tereddüt’ün Romanı ile Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda bu yöntem bir zorlama ve bir özentiden ileri geçmiyor. Fatih-Harbiye (1931)’de Türkiye’de Doğu-Batı çelişkisi gibi ilginç ve dramatik bir konuyu yakalamışsa da, bunu işleyişi çok yüzeyde kalmıştır.
Roman türüne ileri yaşlarda girmiş olan iki yazardan Halikarnas Balıkçısı, edebiyatımıza denizi, özellikle Ege’yi ve Akdeniz’i sokmuştur. Dili pürüzlü ve özensiz olduğu halde, üslubunun insancıl sıcaklığı ve çekiciliği, doğayı bütün canlılığı ile yaşatmaktaki ustalığı Balıkçı’nın edebiyatımızda özgün bir yer tutmasını sağlamıştır. Altmış yaşında yazdığı Aganta, Burina, Burinata ilk ve en güzel romanıdır. (1946)
İkinci yazar Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip ve Yakup Kadri kuşağından olduğu halde ilk ve en önemli romanını (Fehim Bey ve Biz) yazdığı zaman (1941) altmışına yaklaşmıştı. Bir yandan Halit Ziyayı bir yandan da Proust’u hatırlatan üslubu ile, hep anılarını yazdı, çocukluğunda, gençliğinde aile ve dost çevresinde tanıdığı, çokluk bir az garip, bir az ayrıksı tipleri canlandırdı, bütün yazılarında «Geçmiş zaman» özlemini dile getirdi.
Oldukça ileri bir yaşta (53) ilk ve tek romanını yazan Midhat Cemal Kuntay, Namık Kemal, Süleyman Nazif, Mehmet Akif karışımı bir üslupla, çoğu destan hepsi coşkulu ve içli şiirler de yazmıştı. Zamanında en meşhuru mütarekenin karanlık günlerinde yazdığı «Kimdim?» şiiridir. Türk tarihinin şanlı günlerini sayar, döker. Japonya’yı kırk yılda en ileri Batı devletleri düzeyine yükselten meşhur İmparator Mutsa Hito, bizim Balkan felâketi yıllarında ölmüştü. O zaman Midhat Cemal’in yazdığı şu kıt’a yıllarca dillerde dolaştı:
ÖLEN MİKADO’YA
«Eyledin aksa-yı şarkı akibet mahsud-i garp
Damenin tarihtir, bak şark ü garp etmekte bus
Sen değil na’şın hükümdar olsa devlettir bize.
Gelsin etsin taht-ı Osmani’ye tabutun cülus.»
Bugünkü Türkçesiyle: Uzak doğuyu sonunda Batı’nın imrendiği (haset ettiği) bir hale getirdin. Eteğin tarihtir, bak Doğu ve Batı öpüyor. Sen değil senin ölün bize hükümdar olsa bizim için devlettir. Gelsin tabutun Osmanlı tahtına otursun!
Bunlan yazarak konu dışına çıkmam nedensiz değildir. İşte bu Midhat Cemal’in yazdığı tek romanının Üç İstanbul’un konusu Osmanlı İmparatorluğunun yavaş yavaş çürümesi ve batmasıdır. Son derece ilginç ve belgesel değeri yüksek olan bu kitaba romandan çok bir iskeçler dizisidir demek de mümkündür. Yazarın gözlemleri İmparatorluğun İstibdat, Meşrutiyet ve Mütareke yıllarını kapsar ve bu yıllarda yaşamış ve rol oynamış önemli bütün kişileri iş başında inceler ve konuşturur. Kitabın üslubu, yazarının sürekli «edebiyat yapma» merakı yüzünden söz oyunları ile dolu ve yapmacıklı olduğu halde, roman gözlemlerin sağlamlığı ve kişilerin canlılığı, olayların dramatik niteliği bakımından okuru sarmaktadır. Bu kitap şüphesiz Türk edebiyatında yüzyılımızın en güçlü ve kalıcı yapıtları arasında sayılacaktır.
Burada Cumhuriyet devri romanının normal gelişmesine dönebiliriz. Gerçekçilik, 1930’larda, Sabahattin Ali ile Türk edebiyatına yerleşti. Yakup Kadri’nin Yaban ile hazırladığı ortamda, Sabahattin Ali, hikâyeleri ile köy ve kasaba edebiyatını başlattı. Sabahattin’in en başarılı eseri, bir Anadolu kasabasının anatomisi olan Kuyucaklı Yusuf (1937) romanıdır. 1930’larda başlayan bu köy edebiyatı en çok roman ve hikâye türlerinde gelişti. 1940’larda da, hızını arttırarak, 30 yıl kadar en önemli akımlardan biri oldu. Pek çok hikâyeci ve romancı köy gerçeğini işledi. Bir bölüğü köyden yetişmiş, çoğu Köy Enstitüsü çıkışlı, genç yazarlar, edebiyatımıza yepyeni bir hava getirdiler. Mahmut Makal’ın Bizim Köy (1950) adlı ünlü yapıtı bu akıma yeni bir hız kazandırdı. Köy kökenli olmayan kimi yazarlar da bu konulara heves ederek harekete katkıda bulundular.
Zamanla köy yazarlarının işlediği sınırlı konular klişeleşti. Hatta çokluk, romana başlarken olayların nasıl gelişeceği ak ile kara kişilerin nasıl davranacakları önceden kestirilebiliyordu. Bu köy romanı akımı tam bir modaya dönüşünce, uzun süre Türk toplumunun öteki kesimleri, büyüyen şehirlerdeki halk, memurlar, öğrenciler, ev kadınları, vb. romanda hikayede görülmez oldu. Kısaca yazarlarımız vur deyince öldürmüştü. Sonunda okura usanç geldi. Aşağıda göreceğimiz gibi yazarlar başka bir arayış içine girdiler. Yine de Türk okurunu köye götüren, oradaki çök ayrı şartları ve sorunları öğreten, bunlar üzerinde düşündüren bu köy yazarları oldu. Köy edebiyatı gibi çok geniş kapsamlı bir konu bir toplu bakış yazısının çerçevesine girmez. Batı Üniversitelerinde Türk köy edebiyatı üzerinde doktora tezleri yazılmış, özel araştırmalar yapılmıştır.
Cumhuriyet devri edebiyatımızın büyük adı Yaşar Kemal de aslında bir köylüdür. Önceleri, genellikle hep köyü yazmıştır. Köyden çıkalı çok olduğu, büyük şehirlerde yaşadığı halde, gençliğinde halkbilgisi ve halk edebiyatı ile uğraşmış olduğu için, o havayı iyice içine sindirmiştir. Bence Yaşar Kemal’in çok değişik ve çekici üslubunun sırrı Türk halk hikâyelerini ve destanlarını incelemiş olması, diline ve üslubuna onların büyülü havasını aktarmayı başarmasıdır. Büsbütün değişik bir konuda yazdığı zaman bile (Örneğin: Al Gözüm Seyreyle Salih 1976) Yaşar Kemal’in yarattığı o destansı hava bütün kitabı kaplar.
Köy Enstitüsü çıkışlı romancılarımız arasında benim en başarılı bulduğum, en beğendiğim Fakir Baykurt’la Talip Apaydın’dır. Birincisi sert, ikincisi yumuşak bir yöntemle bana aynı şeyi söylerler. Ben onların aracılığı ile Köylü ile haşır, neşir oldum, onların yaşama bakışlarını doğa ile ve insanlarla savaşımlarını, her türlü sorunlarını, şehirliye niçin güven duymadıklarını, korkunç yalnızlıklarını öğrendim. Yılanların Öcü, Kaplumbağalar, Tırpan, Sarı Traktör, Emmioğlu vb. romanlar sıradan köy romanı düzeyini çok aşan yapıtlardır.
Herkesin bir başucu yazarı olur. Bana sorarsanız Cumhuriyet devri romancılarımız arasında en sevdiğim Orhan Kemal’dir. Yaşam kavgası verirken, sürekli yazmak zorunluğu bile onu bir masa başı yazarı yapmamıştır. Yazdıklarını bir daha okumağa vakti olmadığı için, dikkatsizlikleri, tekrarları, aksaklıkları vardır. Ama o bunların hepsini bağışlatır. Çünkü, o yaşamın ta kendisidir. Her haliyle su katılmamış bir «insan»dır. Onun çocukluğu, evi, okulu, gurbetleri, anası, babası, kardeşleri, eşi, iş arkadaşları, yakından uşaktan tanıdığı herkes bütün canlılığı, sıcaklığı, cana yakınlığı ile teklifsizce sizin de çevrenize girer. Kendisi köylü olmadığı halde köyden gelenlerle haşır neşir olduğu için onları iyi tanımıştır. Kasabalıyı, kenar mahalleliyi, sonunda şehirliyi (Üç kağıtçısı dahil) gözlemlemiş ve yazmıştır.
Kemal Tahir’in adı çevresinde bir zamanlar bir efsane yaratılmak istenmiştir. O sadece bir yazar, bir romancı değil, büyük bir düşünür olarak sunulmuştur. Efsaneler yazarlar ve şairler için uğurlu değildir. Süleyman Nazif’in «Şair-i Âzam» payesini verdiği Abdülhak Hamit’le daha on yıl öncesine kadar bayağı tanrılaştırılan Yahya Kemal ortada. Elimizde bunlar ne kaldı bir düşünelim. Kemal Tahir şüphesiz çok yetenekli bir yazardı. Göl İnsanları adlı hikâyeler kitabı edebiyatımızda az raslanan bir başarı düzeyindedir. Keşke hep hikâyede, kalsaydı. Ama romanlarının da güzelleri vardır. Örneğin, Esir Şehrin İnsanları. Su götürür yanlarına karşı Yorgun Savaşçı’da bir bütün olarak, başarılı sayılabilir. Devlet Ana’da da usta işi parçalar vardır. Oradaki değişik üslup denemeleri de dikkate değer. Ne var ki, öbür romanlarının çoğu, hemen bütün roman kişilerini aynı üslup ve aynı ağızla konuşturan, onlar aracılığı ile bitmez tükenmez tartışmalara girerek bir takım saplantılarını kanıtlamağa çalışan, tarihsel roman yazmağa meraklı olduğu halde bunun gerektirdiği uzun ve yorucu incelemeler yerine uzak ve yakın tarihin dedikodu yanı ile yetinen bir yazarın, hepsi iddialı ama çoğu kof yapıtlarıdır. Benim bildiğime göre Kemal Tahir İstanbul’da yaşamıştır. Yalnız bir kaç ay Zonguldak’ta bir işte çalışmıştır. Durum böyle iken, onun Anadolu köylüsü üzerindeki bütün fikirleri yıllarca (belki haksız yere) kaldığı Anadolu hapishanelerinde tanıştığı suçlulardan dinlediklerine dayanmaktadır. Bu köylülerden kimisinin bir iftira ya da haksızlık yüzünden hapse düşmüş olabileceklerini kabul ediyorum. Yine de çoğunluğun bir suç işlediği için oraya girdiği su götürmez. Acaba orada tanıdığı katil, hırsız, soyguncu, kaçakçı, ırz düşmanı, vb. gibi suçlulardan dinlediklerine dayanarak onbinlerce köyde oturan milyonlarca köylü üzerine genellemeler yapmak ve bir takım sonuçlara varmak ne dereceye kadar sağlıklıdır?
Romana sonradan giren kimi şairlerin bu türdeki değişik denemeleri romana ayrı bir tat katmıştır diyebilirim. Bunu yazarken Tanpınar’ın Huzur’unu, Nâzım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ini, Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresinden’ini, Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı’sını düşünüyorum. Roman türünü deneyen başka şairlerden Melih Cevdet Anday ile Necati Cumarlı’yı da hatırlayalım.
Güldürü yoluyla toplumsal yerginin eşsiz ustası Aziz Nesin, sayısız hikayeleri ve denemeleri yanınnda, aynı türde romanlar da yazdı. Yeteneğini bu alanda da kanıtladı. Zübük’ü Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı Tatlı Bedüş’ü kim unutabilir?
Geleneksel memleket hikayeleri türünde pek çok gerçekçi örnek veren Kemal Bilbaşar’ın romanları da var. Doğu Anadolu’yu konu olan Cemo (1966) ile Memo (1969) da kendisini aştığı görülüyor.
Peride Celal son romanlarında görülmeğe başlayan sanatsal değer çizgisinde Üç Yirmidört Saat (1977) ile büyük bir atılım yaptı.
Halide Edip’ten sonra kadın ruhunu ve davranışını en iyi anlatan Nezihe Meriç, daha çok hikâye yazdı. Korsan Çıkmazı’ndan sonra romana dönmedi.
Yenişehirde bir öğle vakti ile Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun unutulmaz yazan Sevgi Soysal belki yeni bir çığır açacağı sırada aramızdan ayrıldı.
Halide Edip’ten sonra Kurtuluş Savaşını konu alan bir çok roman yazıldı. İlhan Tarus, Samim Kocagöz, Tarık Buğra, ilginç ve hacimli toplaması ile H.İ. Dinamo, vb. bu konuyu işlediler, o yılları yaşattılar. Ne var ki, Türk tarihini ve Türk’ün kaderini değiştiren bu büyük olayın geniş soluklu bir destanı olacak büyük romanı hâlâ bekliyoruz.
Bugün Türk romanı yeni yöntemler denemektedir ve şimdiden yüksek bir düzeye ulaşma yolundadır. Günümüzün en başarılı romancısı olarak Attilâ İlhan’ı görüyorum. Sokaktaki Adam ve Kurtlar Sofrası’dan bu yana her romanında kendisini aşmıştır. Benim kanımsa yakın tarihimizi konu alarak yazdığı Aynanın İçindekiler serisi bu türde roman yazmak isteyenlere örnek olacak niteliktedir.
Adalet Ağaoğlu Ölmeğe Yatmak’ta Fikrimin İnce Gülü’nde hele Bir Düğün Gecesi’nde yeni teknikleri büyük başarı ile uygulamıştır. Buna özgün üslubunu da katarsak niçin kendisinden daha çok şeyler beklediğimiz anlaşılır.
Selim İleri için şimdilik bir hüküm vermekten çekiniyorum. Bana öyle geliyor ki, bu doğurgan kalem bir şeyler aramaktadır ve bulacaktır. Önümüzdeki yıllar bir Selim İleri patlaması görürsek şaşmayalım.
Erol Toy tarihin büyük ve dramatik olaylarını romana geçirmek istiyor. Büyük iş. Ama azmin elinden ne kurtulur?
Doğunun acımasız gerçeklerini ve Almanya’daki yaşamını hikâye ve denemelerine geçiren güçlü yazar Bekir Yıldız’ın aynı çizgide bir romanı var: ‘Halkalı Köle’. Yazarın bu türü sürdüreceğini ummak isteriz.
Şimdiye kadar üç romanını gördüğüm Pınar Kür’ün sanatta asıl yolunu aradığını sanıyorum.
Daha çok hikaye ve çocuk edebiyatı alanında başarılı olan ve ruh çözümlemeleri üzerinde duran Mehmet Seyda’nın romanları arasında İçe Dönük ve Atak yeni bir aşamayı gösteriyor. Aynı şey Necati Tosuner’in Sancı Sancı’sı için de söyleyebilirim. Değerli hikâyeci ve denemeci Oktay Akbal’ın romanları da var. Örneğin: Suçumuz İnsan Olmak. Bütün yapıtlarında çocukluk, gençlik, yazarlık anıları aile ve dost çevreleri, yazar arkadaşlıkları, belli belirsiz bir fon müziği gibi okuru etkisi altına alır. Oktay Akbal’ın duyarlı anılan A,Ş. Hisarı’nki gibi bir geçmiş zaman özlemi değil, sanki eski dostlukları, ortak anıları görülmüş güzel yerlerin şiirini, yeniden yaşamak arzusudur.
Fahir İZ
Müjde Alganer’in yeni kitabı raflarda
Petek Sinem Dulun’un yeni kitabı çıktı
Nobel adayları arasında bir Türk şair