Sn. Vedat Gönyol, «XX. yüzyıl romanı, yani toplumsal tarihi, insanı, toplum içinde ve kendi iç dünyasında, düşleri, özlemleri, tutkuları ile vermeye yönelmiştir,» diyor; eleştirmene göre, roman, «hiçbir toplumsal incelemenin yansıtamayacağı boyutta, kapsamda» bir tarihtir. Kısacası, ‘tarih’ olmayan bir toplumsal tarihtir roman. Bu tanıma göre romancı, gerçek tarihçinin koşullarından bağımsız olarak, çağlara da, kişilere de, gerçekliklere de meydan okuyabilir; yeter ki, toplumsal tarihi, insanı toplumdaki yaşamıyla ve iç yaşantısıyla bize aktarsın.
Oldukça esnek, bir o kadar da ortaklaşa kabul edilebilecek bir tanım bu.
Yine aynı yazar, bir başka yazısında romancının verileri arasında saydığı düş, özlem, tutku gibi öğelere insanî zaafları, eğilimleri de ekleyerek; bugünkü Türk romanını okurdan güvence kazanmış özgür bir yolda ilerler görüyor ve Atiilâ İlhan’ın Fena Halde Leman romanıyla, benim Cehennem Kraliçesi romanımdan söz açıp, bu romanlardaki kimi cinsel yönseme (ya da sapma) sorunlarını edebiyatımız adına bir malzeme, konu zenginliği şeklinde değerlendiriyor. İç dünyayı irdeleyen romanların, edebiyatımızda duraksamalar ve duraklayışlar içinde gövermesi; cinsel sorunların ancak şimdilerde deşilmeye başlanması son ayların roman tartışmalarına yol açan damarlardan bir ikisi yine de.
Çünkü bugünün roman tartışmaları, daha çok, Türkçe’de başarılı roman yazıldı mı, ya da çağımızda roman öldü mü… Odaklarında özetlenebilir. Bu odaklardan ilkini, yani Türkçe’de başarılı roman yazılmadığı savını Sn. Fethi Naci ileri sürdü. İkinci kaygı da, Sn. Murat Belge’den geldi. Murat Belge dünya romanını örnekleyerek, romanın, çağımız koşulları için ölmeye yüz tutmuş bir sanat olup olmadığını söyleşi havasıyla soruyordu. Fakat sonuçta söyleşisi yargıya dönüşüyor ve eleştirmen, roman konusundaki karamsarlığını açıkça ifade ediyordu.
Anmak istediğim iki yazı daha var: Sn. Attilâ İlhan, hemen herkesçe bilinen bir yazımsal gerçekliği, şu ‘hayatların roman oluşturamayacağı’ meselesini yinelerken, günümüzün «şehir romancılığına heveslenen genç» yazarlarına çeşitli reçeteler sundu. Öteki yazıysa, Sn. Ahmet Oktay’ın erotizm ve bugünün romanları çerçevesindeki bir değerlendirmesi.
Roman tartışması uzayıp gideceğe benziyor. Başka eleştirmenler de yazacak herhalde görüşlerini; romancıların, üstelik okurların da yanıtları olacak sanırım. Nitekim Fethi Naci’nin yukarıda andığım yazısı, kimi karşıyazıların konusu oldu. Öte yandan, anımsatmaya çalıştığım bu yazıların, bu yargı ve savların bir arada tartışılması, benim için önkoşul niteliğinde. Çünkü andığım yazılar, katıldığım katılmadığım yanlarıyla, gündeş romancılığımızın belirgin sorunlarını dile getiriyorlardı bence.
Fakat bu yazılan da şimdilik bir kenara kaldırıp, romancının eleştirmene (eleştiriciye, okura) sorumu konusunda yine Fethi Naci’nin benimle ilgili bir yazısından yola çıkmak istiyorum. Romancının kendi romanları üzerine yazılmış bir yazıyla ödeşmesi, salt bizim edebiyatımızda reklam olanağı sayıldığından; kendimden ve romanlarımdan söz açmaktan çekinmiyorum.
Roman kişilerimi, herhangi bir romancıyı kıvandıracak titizlikle saptayan Fethi Naci, daha sonra romanlarındaki toplumbilimsel izdüşümlere değiniyor ve yerici eleştirilerini sıralıyordu: «Selim İleri’nin son iki romanını, özellikle Cehennem Kraliçesi’ni, bu kadar başarılı yapan da anlattığı kişilerin gerçekliği, yaşayan kişiler oluşu. Yoksa ‘yaşam, yerleşik düzen, yıllardan, geçmişten güven alan kokuşmuş kurumlar ve küçükburjuva insan ilişkileri belini bükmüştü sonunda, böyleydi, beli bükülmüştü.’ (Cehennem Kraliçesi, s. 205) gibi tümceler bir şey katmıyor romana, çünkü bir edebiyat tümcesi değil, bu tümce, olsa olsa toplumbilimsel bir açıklama, Selim İleri böylesi tümceleri kullandığı zamanlar edebiyatın anlatım aracıyla bilimin anlatım aracını birbirine karıştırmış oluyor.» Hemen belirteyim ki, Fethi Naci’nin romanlarımla ilgili yazısını ciddî ve saygın bir emek ürünü kabul ediyorum. O kadar ki, mutlu bir rastlantı gibi, burada romancıyla eleştirmenin birbirlerinden habersiz özdeşlikler kurduklarını da söylemeliyim. Örneğin eleştirmen, roman kişilerimin ‘melâl’i seven kişiler olduğunu belirtiyor; gerçekten de romancı (yani ben) olumlusu olumsuzu, insanî zaaflarını dışa vurmuşu vurmamışı, bütün kişilerinde melâl tutkusu aramıştır. Yine eleştirmen, irdelediği romancının artık ‘memleket’ romanı yazmasını dilemektedir; romancı da buna çabalıyor zaten… Ancak böylesi özdeşliklerin yanı sıra, eleştirmenle romancının yeniden tartışmaları gereken kimi meseleler de sözkonusu. Ölüm İlişkileri de, Cehennem Kraliçesi de üstanlatıcının en olası biçimde aradan çekildiği tarzdaki romanlar örnek alınarak yazılmıştır. Bu bakımdan romancı, Fethi Naci’nin bilimin anlatım aracı saydığı toplumbilimsel açıklamalarından tedirginlik duymamaktadır. Çünkü, yukarıda alıntılanmış cümle, üçüncü tekil kişi ağzından dile getirilmiş görünmekle birlikte, birinci tekil kişiye, yani romandaki karşılığıyla ‘felsefeci’ Mehmet’e dolaysız bir göndermeden ibarettir. Eşikteki somut intiharını – simgesel de kalsa – toplumsal süreçlerle koşut değerlendiren Mehmet, bilimin anlatım aracına baş vuracaktır elbet – romancının kanısına göre. Felsefeyle, toplumbilimle yakından ilgilenmek durumundaki Mehmet’in, kendi yaşamını sona erdiren toplumsal izdüşümleri ifade etmesi olağandı benim için. Burada üstanlatıcı sözkonusu olsaydı ve Mehmet’i açıklamaya girişseydi, gerçekten de edebiyatın anlatım aracının dışına çıkılabilirdi. Oysa romancı, edebiyatın anlatım aracı dışına düşmemek için, kendince çaba göstermiş; Mehmet’in toplumbilimsel, siyasal görüşlerini bir devinim içinde (Mehmet notlarını ortadan kaldırmak ister, göz attığı notlarını tek tek yırtar) yansıtmaya didinmiştir.
Dahası, romancının bilimin anlatım aracına bambaşka nedenlerle başvurması da sözkonusu edilebilir. Her iki romanında da tanrı-yazar değil, ama üstanlatıcıyı da gereksinen Oktay Rifat, bize bu sorunda iyi bir örnek oluşturacak. Bir Kadının Penceresinden açıkça toplumbilimsel bir betimlemeyle başlıyordu. Çokları o betimlemeyi ‘fazla’ buldular; o betimleme olmadan da romanın ‘okunabileceği’ kanısındaydılar. Ama kimbilir o betimleme için ne çok ter dökmüştü romancı ve onsuz Bir Kadının Penceresinden eksik bir yapıt kalabilirdi… Oktay Rifat, romanı boyunca sürüp giden iletişimsizliğe maddi temelleri olan bir yanıt aramıştı: neden böyle yaşıyordu o insanlar, Selim’le Filiz’in sevişirken, iki insanın bu en yakın anlarında bile hep susmalarına neden neydi? Bir Kadının Penceresinden’de yanıtsız gibi ‘görünen’ bu soru için, okur, baştaki toplumbilimsel betimlemeye yeniden dönmek zorundadır. O betimleme, üstanlatıcının bilimin anlatım aracından özellikle yararlanarak kotardığı birinci bölüm, romanın özünü yansıtmakta. Ve, ne okur ne de roman onsuz olabilir…
Fethi Naci yine benim kimi meselelere kafamı fazla taktığımı belirtiyor ve bu yüzden de kimi bilimsel yanlışlara düştüğümü ileri sürüyor. ‘Başka bir üretim biçiminin insanları olamazdık’ cümleciği, dizgi sırasında (ki, düzeltinin suçlusu yine benim), ‘olamadık’ şeklinde yayınlanmış. Bu denli ilkel bir bilgiden yoksun olduğunu kabul ediyor romancının eleştirmen; sonunda ‘genç usta’ övgüsünü esirgemese de.
Ayrıca, romancının yığınla bilgi yanlışına düşebileceğini hoşgörüyle kabul etmemiz gerekecek. Keşke bilim adamıyla romancı elele verebilse; yapıt yayınlanmadan, gerektiğinde, bilim adamının irdeleyişinden geçse. Ne denli bireysel bir çaba görünürse görünsün, roman yazmak da, bence ortaklaşa gerçekleştirilecek bir edimdir. Ama romancı, bilim önündeki öğrenciliğinde, ülkemizde, ta baştan beri tek başına yol almak zorunda bırakılmıştır. Bilimin romancıyla ilgilenmediği bir yana; örnekse toplumbilimci, romancıyı “hayal adamı’ kabul etmiştir boyna.
Burada Fethi Naci’nin bir başka yargısına çekincesiz katılacağım; eleştirmen, ikide birde romancının Bodrum’dan söz açmasına ‘oldukça ticari bir düşünce!’ gözüyle bakıyor. Ünlem işaretinden irkilmekle birlikte, eleştirmenin yargısını yadsımayacağım. Her Gece Bodrum adı bile, ardında tecimsel bir kaygıyı içeriyordu. Ne ki, romancı hem yazabilmek, hem de yazdıklarını okura iletmek ereğiyle, ölü doğan çocuktan pek ayırt edemeyeceğimiz roman çabasını böyle ‘masum’ tecimselliklerle donatmak zorunda ‘bugün’. Masumiyetin aşıldığı tecimselliklere de rastlanacaktır üstelik: erotizmde odaklanmış bir iki roman yayınlanıyor; bakıyorsunuz, bu rakam bir iki yıl içinde çığ gibi büyüyor.
Fakat demek istediğim başka bir şey; tıpkı bilim adamının romanla ve romancıyla ilgilenmemesi gibi, romancı pazarlama sorununda da yapayalnızdır. (Sanat yapıtıyla pazar sorunlarının yanyana anılması bana da acı veriyor tabiî; ne ki, romancı da ‘bugünün koşullarında’ yaşayan insandır.)
Romancının şu ya da bu soruna, ya da bu sözcüğün içerdiklerine kafasını takmış olmasını saptamakla, ondan bu saplantıyı bir an önce bırakmasını istemek ayrı şeyler bence. Fethi Naci, romanlarımdaki kimi sözcüklerin (faşizm, küçükburjuva gibi) saplantıyı andırırcasına yinelenmesini, bu sözcüklerin pek de romanlık derinime yedirilemediğini, her olguda (her acı olguda) faşizmin izlerini görmeye kalkışmamı romanın zararına saymakta özgürdür. Ancak romancının müdahalesiz yazı yazması, sanırım, roman sanatı açısından daha yerinde bir seçim olacaktır. Sonra romancı da, hele ‘genç usta’ ise, dikenli yolda, ağıraksak yol almaktadır; dikenleri bırakalım kendisi söksün. Kaldı ki; şu benim saplantımdaki (her acı olguda faşizmin izlerine rastlamak) gibi, romanın dokusuyla kuramın dokusu, romanın söylemiyle bilimin söylemi çoğu kez örtüşmeyecektir. Çünkü kimileyin romancı, romanını yalnızca bir bildirişim aracı sayabilir ve kurtulamadığı yılgısını da okura seslemek ister.
Ne ki, son sıraların roman tartışmaları çeşitli tepkilerin bir sonucu bana sorarsanız. Fethi Naci’nin kimi sözcüklerden -romanda- neden irkildiğini çok iyi anlıyorum. Bunun gibi, Vedat Günyol’un şu sözlerini de: «Köy Enstitüleri»nin kuruluşundan hemen önce ve hemen sonra, bizde dış gerçekler ön plana gelmiştir. İlya Ehrenburg’un şu sözü o dönemin yapıtlarının içyüzünü açıklar sanıyorum: ‘Amerikan romancıları, insandan söz edecek yerde, onu göstermekle işe başladılar.’ Bizde, sosyal gerçekçilik adı altında yazılan romanlar, bu sözün doğrultusunda geliştiler. Yaşar Kemal’ler, Fakir Baykurt’lar, sadece insanı büyük ölçüde göstermekle yetindiler, çoğu kez yüzeyde kalarak.»
Memleket gerçekçilerinin romanları uzun yıllar edebiyatımızda tek seçenek gibi gösterildi. Eleştirmenler bir yandan bu romanları tanıtıp değerlendiriyorlar, bir yandan da «yerli» romanın başlıca örnekleri kabul ediyorlardı. Okurun ilgisini de yadsımamamız gerekecek. Memleket gerçekçileri asla yabana atılmayacak yığınla yapıt armağan ettiler bize. Gerçekte onlar aracılığıyla Türk romanının yazgısı da değişti. Yine bugün, eleştirmenlerin tekrar anımsadığı Aşk-ı Memnu, Tanpınar, hattâ Reşat Nuri deneyimleri, memleket gerçekçilerinin tek seçenek kabul edilmesi üzerine rafa kaldırılmıştı. Kimi iktisadî ve toplumsal nedenler, memleket gerçekçilerinin yapıtlarını günümüz için tek seçenek sayılmaktan uzaklaştırdı. Köyden kente göç, yanlışlarla da olsa kentleşme devinimi, en önemlisi de kitle iletişiminin çeşitli araçlarla köye ve köylünün dünyasına sızması; törel değerlerin sarsılmasına, gitgide değişmesine yol açarken, ardı sıra, temeldeki iktisadî değişimleri de belgeliyor. Bu durum, eleştirmenden önce, romancı tarafından saptandı bence. Atillâ İlhan’ın ‘şehir romanı’ diye hafifsediği örnekler, Okurla ödeşmede yığınla kaygının boyunduruğunda yazılmış romanlardı. Sevgi Soysal’ın Yürümek romanı, cinsel sorunları kurcalamaktan yargılanıyor-; Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ı pek de önemsenmeden gündem dışı bırakılıyordu. Ama romancı diretti. Sonuçta eleştirmenle romancı, yani daha başka seçeneklerin varlığından söz açan romancı birbirlerinden haberli davranmaya koyuldular. Eleştirmen bir tepkinin ifadesi gibi, memleket gerçekçilerinin yapıtlarındaki içerik ve biçim klişeleşmelerine değiniyor şimdiler.
Bununla birlikte memleket gerçekçilerinin Türk romanına büyük katkıları olduğuna yürekten inanıyorum ben. Sözgelimi Yaşar Kemal’i ya da Fakir Baykurt’u ‘yüzeydeliğe’ indirgemeden önce; bu romancılarımızın asıl işlevleri üzerinde durmak gerekirdi kanısındayım. Samim Kocagöz’ün de, Kemal Tahir’in de… Yaşar Kemal, Türkiye’deki çok yoğun bir söyleyiş güzelliğini getirdi romanımıza. Masalla, efsaneleştirmeyle sarmaşık bir söyleyiş bu. Onun romanlarındaki kişiler, anlatıcılar ve doğrudan doğruya romancının kendisi, abartılarla, değiştirimlerle, zengin bir sözcük dağarıyla durmaksızın söylüyorlar; bunun kendine özgü, üstelik öteki memleket gerçekçilerininkinden çok farklı bir biçim çabası olduğunu da ille belirtmek gerekir gibime geliyor. Kuşlar da Gitti uzunöyküsünde üstanlatıcıyla roman kişilerinin içiçe girmiş söylemleri, bence, edebiyatımız için yepyeni bir biçim çalışmasının da ifadesidir.
Dış gerçeklerin ‘ön plana’ getirilmesini, Vedat Günyol, roman gerçeği adına yetersiz buluyor. Bu da bir sınırlama yine de. Çünkü salt dış gerçekler öne çıkartılarak başarılı, hem de çok başarılı romanlar yazılabilir. Carlo Levi’nin İsa Bu Köye Uğramadı adlı yapıtı, anlatıcının, birinci tekil kişi olmasına ve özyaşamdan kaynaklanmış anılara yer vermesine karşın, psikolojik ayrıntıya hemen hiç yüz vermeyen; asıl psikolojik derinliği, çevresel ve toplumsal betimleyişlerde arayan ve salt dış gerçeklerle yazılmış bir başyapıttır.
Denecek ki: Vedat Günyol, Türk romanında uzun yıllar sürüp gitmiş bir tekdüzeliğe değiniyor, psikolojik ayrıntı kıtlığına… Fakir Baykurt’un romanlarında iç gerçeklikler yok denecek kadar azdır. Bununla birlikte Yaşar Kemal’in Ölmez Otu romanı psikolojik ayrıntı ve dikkatin verimidir. Hem, bir yandan da Kemal Tahir’in bu meseledeki savını anımsıyorum. Kemal Tahir, köyü ve köylüyü anlatacak romanlarda, psikolojiden kaçınmanın bir zorunluluk olduğunu söylerdi. Ona göre, Türk köylüsü, tarihî, iktisadî nedenler dolayısıyla psikolojisini dışa vuracak anlatım araçlarından ‘şimdilik’ yoksundu. Bunun ne kerte geçerli bir sav olduğunu bilmiyorum tabiî. Yine de bir romancının kendi yapıtlarını açıklaması açısından ilginç bir yanıt sayıyorum.
İnsanlığına duyduğum sonsuz hayranlık kadar, beğenisine her zaman güven beslediğim Vedat Günyol, -kendisinden defalarca özür dileyerek söyleyeceğim bu roman tartışmalarında biraz tepkici; biraz da romanlar arasındaki ayırt ettirici nitelikleri görmezden geliyor. Örnekse, son yazılarından birindeki bir özdeşlemesine katılmamız olanaksız gibi. Eleştirmen, Fena Halde Leman’la Cehennem Kraliçesi’nin Türk romanında kapalı kalmış bazı oda kapılarını (eşcinsellik, sevicilik gibi) bir arada açtıklarını belirtiyor. Attilâ İlhan adına konuşmaya hakkım yok tabii; öte yandan kendi payıma, bu oda kapılarını açarak ya da yalnızca açmakla kalarak, roman sanatında bir arpa boyu yol alınamayacağını hiç duraksamadan belirtmek isterim. Bu yüzden cinsel sorunların kurcalandığı romanları, biraz da ayırt ettirici nitelikleriyle ve amaçladıklarıyla saptamak uygun kaçacak- çünkü romancının tabulara karşı girişimi, en azından yerleşik ahlâk adına duyarlı davranmayı gerektiriyor.
Attilâ İlhan da her zaman hayranlık duyduğum bir sanatçımız kuşkusuz. Ben, Fena Halde Leman’ı da yer yer içten gözyaşları dökerek okuduğumu söyleyeceğim. Ne ki, Fena Halde Leman’ın amaçladığıyla Cehennem Kraliçesi’nin amaçlamayı öngördüğü hiç de özdeş değil bence. Daha doğrusu, bir okur olarak Fena Halde Leman’dan edindiklerimle, bir yazar olarak kendi romanımdan edindirmek istediklerim farklı, hem de çok farklı gibi geldi bana. Bunu Attilâ İlhan’ın açıklayıcı Fena Halde Leman konuşmalarından da kavramak olası. Cehennem Kraliçesi, hiçbir düzleminde ‘cinsel diyalektiğin’ şu ya da bu şekilde, ama bir gün mutlaka değişimlere uğrayacağını savlamıyor; Attilâ İlhan’ın tersine, kadınlar-erkekler-eşcinseller vardır diyor, bir de travestileri bunlara ekleyebiliriz. Gelgelelim romancı; kadınları, erkekleri, eşcinselleri ve travestileri ‘kendi’ iç gerçeklikleriyle dile getirmeye ve cinsel konumlarını toplumdan gördükleri tepki / topluma gösterdikleri tepki dolaylarında yansıtmaya çalışırken; Fena Halde Leman’ın bütünüyle karşıtı olmak üzere, şu kadın ya da şu erkek, yarın değişecek ve eşcinsel olacak… demiyor. Çünkü romancı (yani ben), cinsel konumlara doğasal ya da diyalektik yasalar aramamış kitabında.
Cehennem Kraliçesi‘nde olsun, başka kitaplarımda olsun, eşcinsellik benim gözümde, tıpkı evde kalmışlık ya da fahişelik gibi insanî acılarla donanmış ve henüz moral değerlerini yüklenememiş bir toplumsal sorun. Öte yandan Fena Halde Leman, son söz yerine bazı alıntılar sunuyor ve oradan anlıyoruz ki, romancı (yani Attilâ İlhan) sorunu öyle evde kalmışlık, fahişelik gibi toplumsal açıdan değil; tersine, diyalektiğin yasal bir gereği kabul ederek irdeliyor: Kuşkusuz bu ayırımlar, romanımıza zenginlik getirecek nitelikte ayırımlardır.
İşin tuhafı; zenginlik getirecek ayırımları doğrudan doğruya bir romancının da dışlamış olması. Fena Halde Leman’ı bütünüyle dışta tutarak, yani bu romanın eleştirisine girişmeksizin söylemek isterim; Attilâ İlhan, bir reçete bulmuş; herkesin o reçeteye uygun romanlar yazmasını istiyor. Çin’in bir örnek giysileri gibi sanki. Reçetesinde şunlar da var: «Demek ki romancı eserini Fiction düzeyinde gerçekleştirebilirse kendi dışına taşırabiliyor, nesnelleştirebiliyor; aksi halde, observation düzeyindedir, buysa zaten var olanı saptama, bir çeşit öznel tanıklıktan öteye geçmiyor, (frenkler temoignage/tanıklık demez mi?) ister dış dünyaya yönelik olsun, ister iç dünyaya, gözlemcilik olarak kalıyor.» İlk bakışta inandırıcı geliyor insana. Ama bir kez daha İsa Bu Köye Uğramadı’yı anımsıyorum: tam bir tanıklık, yaşanmışın da ta kendisi ve okuyanlar bilir, tam bir başyapıt. Gelelim öznel tanıklığa bu kez de Ferit Edgü’nin Türkçe’de yetkin bir roman örneği saydığım O adlı başyapıtını örnek vermek isterim, öznel tanıklık ama -üstelik biçim konusundaki titiz üsteleyeciliğiyle- nice nesnelleştirilmiş metinden çok daha roman…
Attilâ İlhan’ın reçetesine göre, bütün başarılı romanlar, toplumsal süreçleri çok boyutlu değerlendirenlerdir. Örnekse, ‘kent’ romanı yazacaksanız, «asıl şehirleşme olayının getirdiği işçileşme ve burjuvalaşmadan, bu sürecin tehlikeli dalgalanmalarından» kaçmayacaksınız. Kaçmak – kaçmamak da ayrı mesele ya; salt kişisel görüşü olarak açıklasaydı, bu usta sanatçımızın sözlerine bir diyeceğim yoktu. Gelgelelim Attilâ İlhan şunları da ekliyor: «Dünya romanının dorukları, ülkelerinin toplumsal çalkantılarını, değişme ve gelişmelerini en kapsamlı, en anlamlı biçimde izlemiş ve anlatabilmiş romancılar tarafından tutulmuştur.» Yüzyılımızın roman sanatına ışık tutmuş Henry James geliyor hemen aklıma Proust geliyor, hattâ toplumsal çalkantıdan uzak dur! diye haykırmasına karşın çok değerli bir roman olan Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi geliyor.
Benim aklıma gelenler bir yana; ‘kent’ romanı yazacak kişilerin ille şu ya da bu toplumsal katmanı da romanlarına sıkıştırmalarını beklemek, artık müdahaleyi, sınırlandırmayı aşan bir tavır; düpedüz bir buyruk. Attilâ İlhan’ın tepkisini yine aynı yazıdan öğreniyoruz: «Nitekim son zamanlarda yayınlanmakta olan ‘şehir’ romanları komprodor kültürü etkisindeki geleneksel aydınlar ghetto’sunun bohemi, aylaklığı, küçükburjuvazinin en yoz kesiminin komplekslerini içermiş,…» Evet, olabilir: son sıralar roman yayımlayan kişiler (nedense ad vermiyor Attilâ İlhan) ‘bunlarla’ uğraşmışlardır. Fakat ‘bunların’ da romanlık konular oluşturmayacağını nasıl ileri sürebiliriz? Bir romanın değerlendirisinde, temel alınması gereken öge, öyle sanıyorum ki, doğrudan doğruya o romanın kendisi olmalıdır. Ve romancı, istediği ‘en yoz kesimi’ yazmakta özgürdür; onun başarısı ya da başarısızlığı, herhalde romancılık çabasında, işçiliğinde aranmalıdır. Kaldı ki, küçükburjuvazinin ‘en yoz kesiminin’ en karmaşık ruhsal durumları da, bugünkü bilgimizle, ‘diyalektik çatışma sürecinden’ bağımsız tanrısal bir alınyazısı değildir ve ‘bunları’ anlatan romancı da romanının özünü zedelemek pahasına, ‘bunlara’ ikide birde değinmek gereksinimindedir. Aysel Özakın, Alnında Mavi Kuşlar’da belki taşra töresini, taşradan büyük kente göçen bir gençkızın birbirine aykın töreler karşısındaki sarsıntısını ve büyük kentin değişken, dondurulmuşluktan kurtulmuş yaşantısını anlatmayı amaçlamıştı başlangıçta. Ama romancının dışındaki toplumsal çalkantı o kadar güçlü ve şiddetliydi ki, sarsalayışı, ikide birde metnin orasına burasına sokuluyor; romancıyı altüst ediyordu. Taşradan kente gelişi, bir gençkızın duyarlığıyla, duygulanımlarıyla işleseydi, sanırım çok daha sevecektik Alnında Mavi Kuşlar’ı; ama romancının bir ‘insan’ olarak, güncel acılarla ödeşme isteği de ağır basıyordu ve Özakın, sonuçta, öyle sanıyorum ki bile isteye romanının özünü zedelemeyi göze aldı.
Bugünün romancılarını, Türkiye’deki değişimler ve çalkantılardan habersiz sanmak bir şairin, hem de Attilâ İlhan gibi düzeyli, duyarlı, yüksek gerilimli bir şairin savlayacağı bir şey olmasa gerek. Bugünün romancıları, eğer Türk romanının gerçekten ilerlemesi isteniyorsa, bağımsız bırakılmalıdırlar. Çünkü romancı, özellikle şimdilerde kahredici bir arayış içinde. Bir yanda toplumsal yaraların verdiği derin acı sözkonusu, öbür yanda ‘modem roman’ın gitgide ağır basan oynak kuralları. Sözgelimi ‘öykü’ anlatmaktan kaçınan modern roman, sanat beğenisi gelişkin okur için bir seçenek; bununla birlikte, Türkiye’deki olayların ifade edilebilmesi, ‘öykü’ anlatmayı da bir seçenek olarak zorluyor. Bu ikilemli sancı, Attilâ İlhan’ın yetkin bir takımlamasında bir kez daha karşımıza çıkmakta: «Büyük romancılar, ilkin toplumun tarihsel gelişmesiyle ilgili global bir görüş sahibi oluyorlar (birinci aşama), sonra bunu roman-estetik bileşime dönüştürüyorlar (ikinci aşama)! Üstelik bunu yaparken, yaptıklarını (birinci elden yaşamış olmaları gerekmiyor; gözlem, yaratma sürecinde, ancak pratik düzeyde yarar sağlıyor. Çünkü imgelem karışmıştır işe, fiction devreye girmiştir.» Kuşkusuz on dokuzuncu yüzyıl romanını bu denli başarılı yorumlayan çok az yazar çıkabilir -ama on dokuzuncu yüzyıl romanını. Zaten Attilâ İlhan’ın büyük ve doruk saydığı romancılar, geçen yüzyılın sanatçıları: Zola, Balzac ve Tolstoy gibi. Yazısında Dostoyevski’nin adını anmayışı boş yere değil tabii. Gelgelelim bugünün Türk romancısı, estetikle ilişkisinde, yalnızca klasik romanın olanaklarıyla yetinemez. Buna yaşam karşı çıkıyor zaten. Büyük kentlerimizin o kadar lüks mobilya vitrinlerini, bir yandan da gecekondu mahallelerini bir arada gözümüzün önüne getirirsek çağdaş olanla çağdaş olmayanın ‘aklı başında’ bir romancı için hangi çaresiz cehennemleri oluşturacağını zorlanmaksızın kavrayabiliriz. Topluma ‘global’ bir bakış, romancı için birincil gerekliliktedir.
Ama romancı, o ‘global’ bakışı edindikten sonra, iğneyle kuyu kazmayı özellikle seçmiş olabilir. Balzac’tan etkilendiğimiz kadar, ‘öykü’ anlatmaya o kadar karşı çıkmış Woolf’tan da etkileniyoruz: İlkini, geçen yüzyılın roman uygulayımı kuralları içinde düşünerek; İkincisini yüzyılımızı, yüzyılımızın iletişim —bildirişim olanaklarını çok iyi değerlendirmiş çağrışım senteziyle. Ferit Edgü, O’da bugünün romancısının gerek içerik, gerekse biçim sorunları önündeki sonsuz sancısına çok ince bir yaklaşımla eğildi. Romanın anlatıcısı, sarp kayaların, dağların ortalık yerinde bir ırmak görüyordu, bir tekne sonra da: «İyi ama, bu ırmak denize çıkar mı? diyorum: Dağ-ırmak-tekne ve deniz sözcüklerinin romanın izlediğine ettiği hizmet kadar, romancılık çabalarımızdaki sancılara da simgesel bir anlam kattıklarını sanıyorum. O, «Dağlardan sonra, ırmaklar» yarım bırakılmış cümlesiyle biter. Bugünün romancıları da, tıpkı Türkiye gibi o ırmaklar da yepyeni bir yolculuğu deniyorlar, denize açılıp açılamayacaklarını bilmeyerek, bilmediklerini bile bile: «Bir düş bu. Mutluluktan korkuya, coşkudan boğuntuya dönüşen, dönüşmekte olan bir düş.» diye vurgulamış Ferid Edgü. Burada sağlanmış çağrışım sağanağı, elbette ‘global’ bir değerlendirişin sonucu ve bir o kadar da ondokuzuncu yüzyıl romanına ters düşecek özellikte.
Diyelim ki, Attilâ İlhan yüzde yüz haklıdır; «büyük romancılar» da, «önce konularıyla büyük. Konularının perspektiviyle büyük. Bu da mesleklerini yaparken, önce sağlam bir yöntem edinmelerini, sonra hayli geniş ve etraflı bir bilgi birikimi sağlamalarını gerektiriyor.» Yazısının sonunda bazı romancılarımızı «en büyük iyiniyetiyle» romancılar katında sayan Attilâ İlhan, yukarıda alıntıladığım ‘büyük’ romancılık önerilerine, istemlerine gerçekten uyan Sevgi Soysal’ı, özellikle de bu yazarımızın «toplumun temel değişikliklerini zamanında ve doğru saptayıp» izlemiş Şafak romanını neden unutabiliyor?
Galiba romancıyı ve çabasını sevmek gerekiyor her şeyden önce. Dahası, edebiyatımızda asıl yok olan, başarılı roman değil, romancının çabasına beslenecek sevgi birikimi, yok olan ya da gitgide ölgünleşen.
Gelgelelim, açık konuşmak gerekirse, eleştirmen de çoğu kez tartışmanın ötesinde bir sevgisizlikle, hoşgörüsüzlükle karşılaşıyor ülkemizde. Fethi Naci, «Türkiye’de roman var mı?» diye soruyor ve kolay kolay yabana atılmayacak değimlerle roman olmadığı yargısını ileri sürüyor. Bu yazıya karşı çıkılırken, ne yazık ki, çoğu kez sorunun tartışma getirecek özelliği bir yana itilip, eleştirmenin savlarıyla ilgilenilmeksizin yazarın eleştirici kişiliğine ‘hücum’ ediliyor.
Sözkonusu yazısında eleştirmen, ne ‘tarz’ bir romanı yeğlediğini Aşk-ı Memnu örneğiyle zaten baştan belirtmiş bulunmakta. O zaman «Türk romanının gelişmesi 1900’de durmuş gibidir. Sonradan yazılan romanlar genellikle ‘yazınsal’ açıdan değil «’toplumsal’ açıdan ilginç romanlardır.» sözlerine karşı çıkmak isteyen yazarların, her şeyden önce, ‘toplumsal’ açıdan ilginç bulunmuş romanların ‘yazınsal’ değerleri üzerinde durmaları gerekirdi.
Fethi Naci’nin yazısını hayli sert ve acımasız bulduğumu söylemek isterim. Ama onun «gerçekte iç tüketime yönelik» bir yerli roman geliştirildiği, batıdaki pazarlamaların hangi pazar başarılarıyla gerçekleştirildiği ya da filancanın yapıtlarını yermenin «köy davasına hayınlık» sayıldığı konusundaki açıksözlülüğünü görmezden gelmek de, bana eleştirinin özgürlüğünü kısıtlamak gibi geliyor. Dahası, Fethi Naci’nin eleştirmenliği, çoğu kez bir sanatçının yordamlarıyla kotarılmış bir eleştirmenliktir bence. Fethi Naci, Attilâ İlhan’ın reçete örneğinden çok farklı olarak, BEN şu ya da bu romanı SEVDİM, ötekiler kötüdür… diyor. Kişisel bir yargı ve bütün tartışmalara açık. Hiç kimseyi ille Fakir Baykurt’u, ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ı beğenmeye zorlayamayız ki; Selim İleri’yi de. Burada bir romancı olarak bana tanınmasını istediğim bağımsızlık ve özgürlüğün, ne eksik ne fazla, eleştirmene da tanınmasını istemek durumundayım ve romancının, şu sürüp gidecek roman tartışmalarında eleştirmene karşı asıl sorumunun da bu olduğuna inanıyorum.
Türk romanı var mı? Türkiye’de roman var mı? Türkçe roman var mı?
Bu benzeş soruları Fethi Naci, Aşk-ı Memnu, Tanpınar ve «bu gerçeği değiştirmeyen» (roman yoktur gerçeğini) «umut verici çabalar» dışında yoktur diye yanıtlıyor. Ben de roman yazdığım için değil; ama yazı’m boyunca örneklediğim romanlara ekleyebileceğim daha nice roman nedeniyle, Türkçe’de roman yazılıyor ve roman gün geçtikçe ilerliyor – demek isterim. Gelgelelim bunu demek özgürlüğümün tıpkısını, karşıt bir yanıt için Fethi Naci’ye tanımamışsam, ne roman ne de eleştiri ilerleyecektir…
Öte yandan Fethi Naci’nin yine sanatçı bir tutumla sorduğu bir soruyu da, roman okuru olarak yanıtlamak ihtiyacındayım. Fethi Naci, eleştirinin nesnel ölçütlerini bir yana bırakıp, romanın başarısı konusunda sezgisel bir yordamı deniyor; «O romanı yeniden okumak isteği. Sorarım: hangi Türk romanım okuduktan sonra bir kez daha okumak isteğini duydunuz?» Birçok Türk romanını defalarca okudum ben, her seferinde de değişik tatlar alarak. Üstelik Fethi Naci’nin de okuduğunu biliyorum. Öyleyse eleştirmen ne demek istiyor? Belki asıl bunu tartışmakta yarar var.
Öyle sanıyorum ki eleştirmen, romancılığımızın önünü tıkayan kimi sorunlara değiniyor, Türk romanın birtakım kalıpçı ölçütlerle bugüne dek kimi meselelerde ürkek davrandığım belirtiyor. Orhan Kemal’le Reşat Nuri’yi yanyana anması boşuna değil. Reşat Nuri elbette iyi bir romancı. Orhan Kemal’e gelince
, o da, azımsanamayacak bir sosyolojinin romancısı bence. Anlatımındaki ustalık, roman sanatını geliştirici yönde bir tablo çizmiyor belki; gelgelelim, Orhan Kemal, lumpenlikten kurtulmamız için lumpenliği en iyi yansıtmış romancımız – yine bence. Buna karşılık Reşat Nuri, kendi dönemi için roman sanatını geliştirici çabalar harcamış; Orhan Kemal’in tersine, her romanını kendi içinde ‘yeni’ bir içerik-biçim araştırması olarak da düşünmüş, kotarmış. Orhan Kemal’den üç roman adı; Arkadaş Islıkları, Sokaklardan Bir Kız, Kötü Yol. Bu adla bile lumpenliğin yazgısı konusunda,yan yana geldiklerinde, etkili bir çağrışım zincirini oluşturmaya yetiyor; romancının, klişeleşmeyi, kalıplaşmayı kendine alınyazısı biçmesi pahasına. Reşat Nuri’den üç roman adı: Dudaktan Kalbe, Kan Dâvası, Gökyüzü. Romantizmden memleket meselesine, memleket meselesinden fizikötesinin bilinmezliğine geniş bir yelpaze. Öyleyse farklı iki romancıyı yanyana anıyor eleştirmen. Ama bunu bilinçle yapıyor. Çünkü Fethi Naci’nin söylemek istediği bambaşka bir şey: o, toplumcu kalmak kaygısı uğruna, bugüne dek feda ettiğimiz güzellikleri anımsatmak ereğini güdüyor.
Olumsuzlamayı eleştiri sandığımızdan, hem eleştirmeni, hem de romancıyı yerin dibine batırmayı bir hüner sayıyoruz kanımca. Oysa Fethi Naci’nin yazısından, Orhan Kemal’le Reşat Nuri’nin romanlarından ve romanlarının arkasındaki yazarlık serüvenlerinden, hattâ bize tartışma imkânı sağladığı için Attilâ İlhan’ın reçetelerinden yarının yaşamı (ve romanı) adına nice güzellik türetebiliriz, serinkanlı kalabilirsek.
Bir de bugünkü Türk romanı tartışmaları içinde özel bir yer tutan izlek var: cinsellik sorunu. Son olarak Ahmet Oktay’ın yazısına değinmek istiyorum bu yüzden. Nesnel ölçütlere bağlandığı kadar, sanatçı sezgi ve sevgicilliğini de savsaklamayan bu yazısında Ahmet Oktay, şu, bütün romancılar için can alıcı saptamayı ifade ediyor: «Burada cinselliğin kışkırtılıp kışkırtılmadığı ve bir satış öğesi olarak kullanılmasının öngörülüp görülmediği ayrıca araştırılmalıdır elbet.»
Tıpkı memleket gerçekçilerinin iz sürücüleri, bir Kemal Tahir’in, bir Samim Kocagöz’ün ya da bir Talip Apaydın’ın romanlarında o kadar titizlikle üzerinde durdukları içeriksel sorunları nasıl sulandırıp, birbirinden kötü ve klişe ‘köy’ romanları yazdılarsa ve bu yapıtlar, edebiyat dünyamızda neden bir türlü ışıyamamışsa; -bunun gibi; yarın için de cinselliğin pek aşağılık bir pazar öğesi olarak kullanılacağı, isteminse giderek azalacağı öngörüşünü çekincesiz ileri sürebiliriz. Romancının kendi kumaşındaki bir motif olarak cinselliği (ya da köyü, ya da toplumculuğu, ya da başka bir izleği) günün modası diye tezgâhlaması birbirinden ayrı meseleler. Bugün biz hâlâ bireysel’i, iç gerçekliği ‘burjuva’ gerçekçiliğinin bir sonucu sayacak kadar cahil kalmayı yeğlediğimizden; romanda erotizmin nasıl dile getirildiğiyle nasıl kullanıldığı arasındaki büyük farkı da daha uzun süre birbirine karıştıracağız. Romancı bu sorunda da çarmıhını yüklenmeye hazır olmalı.
Fakat bütün bu olumsuzlama alışkanlıklarından ya da cahil kalmayı neredeyse kösnül bir arzuyla destekleyişlerden, asıl zararı var olup olmadığı tartışılan Türk romanı görüyor. Romancının eleştirmene sorumu var. Onun yargılarına dudak bükmemeli, serinkanlılıkla bu yargılar üzerine düşünebilmeli. Ama eleştirmenin de romancıya karşı sorumları var; onun yazı içi ve yazı dışı sorunlarını, bir romancı gibi duyumsayabildiği ölçüde sorumunu taşıyacak eleştirmen. Üstelik hem romancının, hem de eleştirmenin üçüncü kişiye, okura karşı sorumlu olduğunu unutmamak gerekiyor.
Selim İLERİ
Değinilen Yazılar:
Ahmet Oktay / Cinsellik, Erotizm ve Ötesi, Yazko Edebiyat, Şubat 1981
Attilâ İlhan/«Hayatları Roman…»; Gösteri, Aralık 1980
Fethi Naci/Selim İleri’nin Romanlarında Küçükburjuva Aydınları; Milliyet Sanat Dergisi, 15 Ekim 1980
Fethi Naci/Türkiye’de Roman Var mı?; Milliyet Sanat Dergisi, 15 Kasım 1980 Murat Belge/Roman Öldü mü?; Milliyet Sanat Dergisi, 1 Aralık 1980
Vedat Günyol/Roman Konusunda; Milliyet Sanat Dergisi, 15 Ekim 1980
Vedat Günyol/Yine de Roman Konusunda; Gösteri, Şubat 1981.
Müjde Alganer’in yeni kitabı raflarda
Petek Sinem Dulun’un yeni kitabı çıktı
Nobel adayları arasında bir Türk şair