Makale

Sevgi Soysal’ın Ölümüyle Edebiyatımız Kendini Bilinçle Değiştirmeyi Başarmış Bir Yazarını Yitirdi / Sevgi Soysal’ın Ardından – 1

12 Mart döneminde kendisine copla “tecavüz” edildiğini anlatan Sema’ya Oya’nın söylediği sözlerdir bunlar:

“Unut, böyle bu. Aslında basit bir dövme aracı o. Kendi çirkinliklerini yüklemişler bu araca, ama çirkinlik copu tutan ellerde kaldı.” (Şafak, s. 111).

Evet, bütün çirkinlikler, 12 Mart faşizmini yürüten ellerde kaldı. Bu faşizmin hedefi olan: Tutuklanmış – tutuklanmamış, işkence görmüş – görmemiş, sorguya çekilmiş – çekilmemiş, ama o günlerin bütün acılarını yaşamış insanlardaysa, kötü anılarla birlikte, o günlerin öğreticiliğinin kazandırdığı bir yaşantı (tecrübe) zenginliği kaldı. Bir de, bir de en iyi örneğini Sevgi Soysal’da bulan, o günlerin bilinçlendirdiği yazarlar, sanatçılar.

Bütün çirkinlikler, bütün âdilikler ve gayriinsanilikler onlarda kaldı; bizdeyse, 12 Mart’ın en azgın günlerinin korkunç yaşantısından geçmeleri sonucu birer birer aramızdan ayrılan insanların acıları. Sevgi Soysal sonuncusu bunların.

O eller unutabilir yaptığı çirkinlikleri, ama biz, ama bizim çocuklarımız, onların çocukları, gelecek kuşaklar, Sevgi Soysal’ın hikâyelerinde, romanlarında her gün yeniden okuyacağız bunları.

Sevgi Soysal’ın 1968’den “Tante Rosa”dan son hikâyelerine kadar gösterdiği değişim ve bilinç düzeyindeki gelişme, toplumsal olayların içinde, onları tartarak, değerlendirerek, kendini yargılayarak, düzelterek yaşamanın insanı nasıl değiştireceğinin çok öğretici örneğidir. Sevgi Soysal, toplumumuzun ‘68’den bu yana yaşadığı olayları doğru bir biçimde değerlendirerek sağlıklı bir bireşime ulaşmıştır.

Acısı henüz çok tazeyken, henüz inanılmamış, sindirilmemişken, Sevgi’nin arkasından söylenmiş duygusal sözler olarak alınmasın bunlar. Gözü yaşlı duygusallıkla hep alay etmişti o hikâyelerinde, romanlarında. Duygusallık, çözüm getirmeyen bir hastalıktı onun için.

Onun için asıl olan şey, tek gerçek davranış, kendisi de içinde olmak üzere tüm dünyaya, tüm yaşama eleştirel bir gözle bakmak, onda ayıklanacak, düzeltilecek yanları görmekti.

1974 Orhan Kemal Roman Ödülünü aldığı gün, törende yaptığı konuşmayı anımsayanlar hak verecektir bu sözlerime. O gün, heyecanını gizleyemediği konuşmasında, Orhan Kemal’in kendisinden ve hikâyelerinde, romanlarında anlattığı insanlardan nasıl farklı bir ortam ve toplumsal sınıftan geldiğini anlatmış, eski günleriyle ince ince alay etmişti: “Yabancı dili mürebbiyelerden öğrenmiş, sokakta kaka çocuklarla oynamasına izin verilmeyen, önce acıklı sevda romanlarıyla, üniversite yıllarındaysa Camus, Sartre varoluşçuluğuyla, moda bunalım edebiyatıyla beslenmiş çocuklardanım ben” demişti. Orhan Kemal’in insanlarını tanımadan büyüdüğünü, onları ancak yeni yeni tanımaya başladığını eklemişti sözlerine. Ödülü kazandığı için sevinçliydi, olumlu yönde değişiminin kanıtı sayıyordu bunu.

Ödülü kazanması üzerine, kendisiyle bir konuşma yapan Milliyet Sanat Dergisi’nin, “Tutkulu Perçem”den, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ne kadar keskin virajlardan mı, yoksa olağan bir gelişimden mi söz edileceği sorusuna verdiği karşılıkta aynı açık yürekliliği buluruz:

“İlerlemek için dönemeçlerden geçilecekse, niçin geçilmesin? Elbet ben de dönemeçlerden, dar, sıkışık yollardan geçtim.” (Sanat Dergisi, 31.5.1974).

Bu dönemeçler o kadar keskin olmadığı gibi, Sevgi Soysal’ın gerek sanatçı, gerekse insani kişiliğinde bir kopuştan da söz edilemez. Söz konusu olan, dünyayı bilinçle, eleştirel bir gözle bakışın kazandırdığı birikimlerin sonucu devamlı bir gelişimdir. Uçlardan uçlara gidişler, âni kopmalar yoktur Sevgi Soysal’da. Yaşamın bütün olumlu etkilerine açık, bütün olumsuz etkileri bir yana itmesini, yenmesini bilen, gelişmeye, değişmeye hazır bir yazardı Sevgi Soysal.

Son romanlarında, son hikâyelerinde çeşitli konularda ulaştığı düşünce düzeyi, ilk hikâyelerinde belli belirsiz yeşermeye hazır tohumlar olarak vardır. Örneğin, kadın sorununa, toplumda kadının ezilmişliği, özgürlüksüzlüğü sorununa yaklaşımı ilk hikâyelerinde neyse, son yazılarında, son romanlarında da odur. Bir farkla: İlk hikâyelerindeki kolay, alışılmış düşüncelere bağlanmayan, sorunu kadınsal yönden değil, insani ve toplumsal yönden kurcalayan külyutmaz yazarın yerini, son yazılarındaki, soruna (Murat Belge’nin dediği gibi) bir “kadın yazar” olarak değil, bir “yazar” olarak bakan bir insan almıştır. 1963 aralığında “Dost” dergisinde yayımlanmış olan “Dönemeç” adlı hikâyesinden okuyacağımız şu parça: “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ndeki, “Şafak”taki özgürlük sorunlarının henüz bilincinde olmayan, erkeğin sultasında, savunmasız, ama yine de insanlığını koruyabilmiş (Sevgi nasıl sevgiyle yanaşır bu kadınlara!) kadınların 13 yıl önceki çizilişi değil midir?

“… Bırakalım bu kadınları elleri temizdir. Yetersizlikleri, yenilgileriyle kendini yuğmuş, varlığı olumsuz yer için tek tek kum torbalarını atmış biri.

Biçimlendirmeye, bildiği güzele biçimlendirmeye kendini gücü olmayan, ama yine de yenilmeyen kendine, kendisiyle, çevresiyle olumsuz savaşlardan yorgun biri. Bütün bunları sizlerin (erkeklerin, M.D.) dışında yayan, sizlere benzemek için asla. (…) sizlerden ona fayda gelmeyeceğini, ona verebilecek bir şeyiniz olmadığını bilen,  mutsuzluğunu kimselere bağlamayan, mutluluk aramayan nasıl olsa.”

Dahası, buradaki kırgın, öfkeli, umutsuz anlatımın yerini, son yazılarındaki sakin, umutlu, yaşam sürecinin getireceği değişme olasılıklarına açık, sevgi dolu bir hava almıştır.

“Tante Roza”daki insanlar, toplumumuza yabancı, çevremizde rastlayamayacağımız tipler olarak değerlendirilmişti o hikâyelerin yayımlandığı günler. Belki de insan ve yer adlarının yabancılığına dayanan bir önyargıyla.

“Tante Roza”daki hikâyelerde, yaşamın sonradan sinsice konmuş bütün kurallarına, kısıtlamalarına başkaldıran, içinden gelen dürtülere daha çok inanan bir insanı anlatır Sevgi Soysal. Tante Roza, daha çocukken, gönderildiği rahibeler okulunda, çocukluğun gereği şeyleri yaptığı için koştuğu, durup dururken su içtiği, kısacası “arzularına gem vuramayan bir kız olduğu” için kovulur. “İçinde uyanan kendi hayvanını sevdiği” için, içindeki hayvan sandığı Hans’la yatar ve “namusu kirlenmiş” bir aile kızı olmamak, “zavallı bir piç kurusu doğurmamak için” onunla evlenir. Sevgisi, ev içi yaşamın tekdüzeliğinde, “o yırtıcı, özgür, orman hayvanlarından” kedi, köpek, tavuk gibi evcil hayvanlara döner; herşey “kevgirden süzülen su gibi akıp gider ve Tante Roza, kevgirin deliklerinden dünyaya bakmaya başlar.” Bir gün, çocuklarla, kaz kızartmalarıyla, Pazar ayinleri, ev işleriyle geçen tekdüze, sonsuz yaşamı, her Pazar öğleden sonra koynuna giren kocayı bırakıp kaçtığı için Katolik kilisesince aforoz edilir. “Gemi düdükleri, fabrika düdükleri, birbirinin ayağına basıp ne pardon, ne günaydın, ne merhaba demeyen insan kalabalığına” karışır. Hikâyeci, “Hiçbir midir yoksa hiçbir şey midir bu?” diye sorar. Tante Roza’nın yoksul, sefil, ama kendince mutlu sonu ne olursa olsun, aynı soru yıllarca sonra “Yürümek” romanının sonunda yine sorulur:

“Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var? Yanyana asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renklerinden başka?”

Ama yıllar önce sorulan bu sorulara verilen bilinçli, sağlam, şaşmaz karşılık, “Barış Adlı Çocuk”taki “Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası” ile “Eskici” hikâyelerindedir. Artık ne Dönemeç’teki umutsuzluk, ne de Tante Roza’nın umarsız çılgınlığı, ne Elâ’nın kuşkuları. Yerini, kimliğini, ne yapabileceğini bilmenin rahatlığı, güçlülüğü yalnızca:

“Karşıdan karşıya geçecekken kırmızı yandı trafik lâmbası. Lâmbaların çok yakında yeşil yanacağını bilerek, sabırsız günün son anda verdiği sabırla bekledi.”

Dünyaya, toplumsal olaylara bakışı, yerel tarihsel koşulların kaçınılmaz bir sonucu olarak entelektüel başkaldırısıyla, alayla, aldırmazlıkla sınırlı bir hikâyeci, ‘68’deki öğrenci olaylarıyla başlayıp 12 Mart’ın karanlık günlerinden geçtikten sonra bugüne kadar uzanan çok hızlı, çalkantılı toplumsal değişimi, yapıtlarında en bilinçli bir biçimde değerlendiren gerçekçi bir yazar olmuştur. Sevgi Soysal’ın, 40 yıllık kısacık ömre, 15 yıllık yazarlık yaşamına sığdırdığı büyük hikâye budur.

Önceleri bireyin doyumu, kaçışı, başkaldırıyı çözüm yolu olarak gören kahramanları, daha sonra hikâye ve romanlarında sorunun özünü anlamaya çalışan, bunu yaparken hatâlar işleyen, hatâlarıyla değişen, bir tek sözcükle canlı, yaşayan tipler olur. “Bir Yürümek”teki Elâ’yı, bir de “Şafak”taki Oya’yı düşünelim. Elâ, yürümeyi, arkaya dönüp bakmadan kaçmayı öneriyordu. Bir ölçüde bireysel bir güven oluyordu kendine. Yalnızlıktan şikayetçi değil gibiydi. Adana’daki sürgününü bitirip eve dönmeye hazırlanan Oya ise, “Özgürlük düşündürücü şu an” diyor “Bir şey var, açık ve seçik bir yanlış.” Oya’yı bundan sonrası için böyle kuşkular içinde bırakan. Her şeyin kendine bağlı olduğunu sanması. Kendine tanıdığı özgürlük. Burada yanlış, korkutucu olan.

“Aslında kendi dışında oluşan nedenler yüzünden içine düştüğü koşullar ortadan kalınca da onu zorlayan, kavga ve direnme gücünü kamçılayan bir şeyler olmalı. Bağımlılıklar, onu savaşa, direnmeye zorunlu kılan daha somut şeyler. Biliyor bunu, bu sorumluluk ve bağımlılık halkasına nasıl ve ne biçimde katılacağını kestiremiyor ama.” (Şafak, s.276)

Sorunun, kavganın ne kadar güçlü olursa olsun kendi bireysel dünyasının dışında olduğunu; asıl bu kavganın dışında kalırsa bireyliğini yitireceğini, özgürlüğün ancak toplumsal planda gerçekleştiği an özgürlük olduğunu anlayan bir insanın düşünceleridir bunlar.

Yine aynı romanda Mustafa, işkencede ele verdiği kişilerin arkadaşı değil işçi Aliler, Maraşlılar olduğu bilincine ulaşır. Gerçek devrimciliğin, kavganın, sorunun kişisel bir sorun, küçük burjuva coşkuları, atakları sorunu değil, işçi sınıfının dâvası olduğuna inanmakla başladığını anlar.

Küçük burjuva devrimciliğine karşı aynı işçi sınıfı örgütü vurgulamasını “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nde de buluruz. Romanın olumlu kahramanı Ali, Sanayi Çarşısına “İşçi bilinçlendireceğiz” diye gidip sonunda esnaftan dayak yiyen heveslilerin karşısındadır; partide çalışır, Doğan’ı, Olcay’ı bu yönde bilinçlendirmeye çalışır.

Anlattığı çevrenin sınırları genişledikçe, sorunlar gerçek yerlerine oturdukça, üslûbunda, anlatımında, hatta dilinde bile değişimler görülür Sevgi Soysal’ın. Çevresindeki insanları daha inandırıcı bir gerçeklikle çizmeye başlar. Eski tutuk, dolambaçlı, biraz da özentili üslûbun yerini rahat, sade kolay anlaşılır bir üslûp alır. Humor hiç eksilmeyecektir yazdıklarından ama, simge merakı (“Yürümek”te olayların arasına yerleştirilmiş, hayvan yaşamına ve doğaya değgin betimlemeler, “Yenişehir” kavak simgesi… vb.) yavaş yavaş kaybolacaktır.

Tiplerin gerçek tipler haline gelişi önce üst tabakadan kişilerden başlar, küçük burjuvalara ve daha aşağılara iner. “Yenişehir”deki öğretmen Hatice Hanım mirasyedi Necip Bey, hele hele profesör Salih Bey ve karısı Mevhibe Hanım, çocukları Doğan ile Olcay, büyük bir ustalıkla çizilmiş, yaşayan tiplerdir. Sevgi Soysal’ın ince gözlem gücü, esprili anlatımı, unutulmaz roman tipleri yapmıştır onları. Buna karşılık, bir işçi çocuğu olan Ali ve ailesi, özentili, idealize tipler olarak çizilmiştir, kandırıcılıktan uzaktır. Yazarın halktan kişilere karşı duyduğu sevginin, onlara sevgiyle yaklaşışının bir sonucu olan bu idealize etme merakını, boyacı Necmi’nin ve çingeneler çevresinin çizilişinde de görürüz.

“Şafak”ta ise çok daha gerçekçi bir romancıyla karşılaşırız. Yalnız büyük – küçük burjuvalar değil, işçi sınıfından ama henüz sınıf bilincine ulaşmamış kişiler de (Ali, karısı Gülşah, Ziynet, Zekeriya vb.) daha geçekçi olarak çizilmişlerdir. Sevdiği kahramanları idealiz etme tutkusu kaybolmuştur; tersine onları bütün iyi – kötü yanlarıyla, bütün yanlışlarıyla yani değişim süreçleri içinde vermeye çalışır artık. Bunun için de daha bir canlılık, inandırıcılık kazanır tipler.

Özün değişimiyle, doğru bir şekilde yakalanışıyla biçimde de gözle görünür bir değişiklik olur. “Şafak”, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nden daha çok romandır. “Yenişehir”deki bölümler arasındaki konukluk, romandan çok hikâye anlatımı yoktur “Şafak”ta. Tipler, olaylara arasındaki organik bağa daha tutulmuştur. “Şafak”, Sevgi Soysal’ın üç romanından en başarılı olanıdır.

Son hikâyelerini toplayan “Barış Adlı Çocuk”un özellikle son hikâyeleri, Sevgi Soysal’ın hikâyede de aynı gerçekçilik düzeyine ulaştığını gösterir bize. İnsanları, bir yazar olarak yargılamaktan çok, bütünlükleri içinde çizip, yargılamayı okura bırakır. 12 Mart hapishane yaşamını anlatan “Bir Görüş Günü”, “Barış Adlı Çocuk”, “Zulmet Sevinci” adlı hikâyelerde adi mahkûmlar, çeşitli kliklerden gelen genç siyasi tutuklular, polisler, gardiyanlar, hep aynı gerçekçi titizlikle, hep aynı bütünsellikle anlatılırlar. Bu gerçekçi anlatımın sonucu bazılarına yakınlık duyarız, bazılarını iteriz. Örneğin, siyasi tutukluların bağlı olduğu kliklerin yalnızca adları verildiği halde, onların davranış tarzlarından, konuşmalarından bizi 12 Mart’a getiren olayların içindeki sorumluluk paylarını (ya da sorumsuzluklarını) çıkarabiliriz. Kısa bir betimlemeyle, tipleri bir iki cümleyle konuşturarak yapar bunu yazar.

Sevgi Soysal’ın gelişiminde dönemeçler olduğunu, fakat bunların sanıldığı kadar keskin olmadığını söyledik başta. Gerçekten de, “Barış Adlı Çocuk”taki hikâyeler, örneğin “Cellât Fusch”, “Nasıl Öğreteceğim Köpeğe Aport’u”, “Yapı”, “Ayı Boyamak” adlı hikâyeler, eski günlerin, yeniden ama bu kez daha doğru bir yaklaşımla ele alınmış temaları gibidir. Sevgi, bunlarla, bir başka tür hikâyede de başarılı olmasını ve yeni kalmasını bilen bir hikâyeci olduğunu kanıtlar bize.

“Bir ağaç Gibi” ve “Zulmet Sevinci”, Sevgi’nin hiç unutulmayacak hikâyelerindendir. Pek az yazar, yazarlık serüvenini böyle güzel, böyle korkusuz, böyle yiğitçe cümlelerle noktalamıştır:

“Şimdi sadece yarından konuşmalı. Kuru dallardan, kurumaya yüz tutmuş, öz suyunu tüketmiş uzantılardan budanmış bir ağaç gibi yenilemeye bakmalı. Kozası içinde bekleyen tırtıl, bir ipekböceğine dönüşüyorsa bu durmak değildir.” (Bir Ağaç Gibi).

“Sonra, öğleden sonra voltasında, dikenli telin dibinde bitivermiş çiçeğe sevineceğiz. Koğuş arkadaşlarım bekler şimdi beni. Şimdi yalnız onları sevip özleyebilirim. Ortak zulmeti, telin dibinde çiçek açan çiçeği, zulmet sevincini.” (Zulmet Sevinci)

Yazdıklarıyla, bize bıraktıklarıyla yetineceğiz artık. Sevgi’nin bir gün dönmesini özleyerek, ama dönmeyeceğini de bilerek.

Sevgi Soysal’ın ölümüyle edebiyatımız, pek sık görülmeyen bir sanatçı tipini, kendini yüreklilikle, bilinçle eleştirmeye, değiştirmeye hazır ve bunu bugüne kadar kusursuz bir biçimde başarmış bir yazarını yitirmiştir.

Mehmet H. Doğan

Milliyet Sanat Dergisi – 3 Aralık

***

Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1977’den alınmış, Bahadır Eren tarafından metne aktarılmıştır.

Yazar
Dinozor Belge
Edebiyat Dergileri arşivlerinden bulunup, sizlerle paylaşılan makaleler.

Bir Cevap Yazın