Sanat öyle bir «şey»dir ki, çıkış noktası, sanatçının dünya görüşü ne olursa olsun, bireyseldir. Kişinin öznel süzgecinden geçtikten sonra biçimlenen, söze, sese, mermere, tuvale dökülen düşüncedir sanat. İster öncü (avangard), ister biçimci, isterse toplumcu olsun, sanatta değişmeyen tek gerçek budur sanırım. İkisi de toplumcu gerçekçi sanatçılar olan Bekir Yıldız’la Orhan Kemal’in öyküleri arasındaki ayrım neden doğuyorsa, ikisi de biçimci olan İlhan Berk’le Ece Ayhan’ın şiirleri arasındaki ayrım da ondan doğuyor, sanatın çıkış noktasındaki bireysel, ama kamuya mal oluşunda toplumsal olma özelliğinden… Bunu hangi sanat dalı için düşünürsek düşünelim, sonuçta ortaya çıkan ürünün, sanatçının bireysel damgasını taşıdığını göreceğiz.
O zaman herhangi bir ülkenin romanını, örneğin Türkçe’deki romanı yargılarken, her bir romancıyı ayrı ayrı değerlendirmeden, incelemeden bir yargıya varmamız olanaksızdır. Özellikle, kendi kişisel beğenimizi tek ölçüt olarak aldığımızda ve bu ölçüte göre yapıta yaklaştığımızda, kaçınılmaz olarak batağa saplanmış oluruz. Bu batağın adı «büyük eleştirmenlik kompleksi» dir. Eleştiri bir ticari eylem olmadığına göre toptancılık temeline dayanan «eleştiri», yanılgıları da birlikte getirmeye yargılıdır.
Yukarıdaki düşünceler Fethi Naci’nin Milliyet Sanat Dergisi’nin (Yeni dizi 12, 15 Kasım 1980) son sayısında yayımlanan «Türkiye’de Roman Var mı?» başlıklı yazısını okurken kafamın içinde dolandı durdu.
«TÜRKİYE’DE ROMAN VAR MI?»
Sözünü ettiğim yazıda Fethi Naci’nin çıkış noktası bir kuruntuyu dayanıyor. Şöyle girmiş yazısına «Zaman zaman bir romancımızın «Türk romanı Avrupa romanı düzeyindedir.» gibilerden söz ettiği olur. Gerçekte romancımız, ‘Benim romanlarım Avrupa romanları düzeyindedir’ demek istemektedir, ama bunu açıkça söylemek pek kolay olmadığı için, öteki romancıları hiç beğenmese de, zorunlu bir alçak gönüllülükle Türk romanı Avrupa romanı düzeyindedir, der». İşte bu temeli belirsiz sava dayandırarak, yazısında Türk romanını yargılıyor ve «Ulusal sınırlar içinde varlığını duyuran bir roman var. Arada sırada dışsatım olanaklarını bulmasına rağmen (Bundan romanın yazınsal değerinden çok romancının pazarlama becerisi rol oynuyor!), gerçekte iç tüketime yönelik bir roman. (İç pazarı yitirmemek için roman çevirilerine karşı çıkan romancılarımız olduğunu unutmayalım!) Biz de eleştirilerimizde hep ‘ulusal sınırlar’ olgusunu gözönünde bulunduruyoruz. Ama ulusal sınırlarımız dışında var olan (geçmişte ve bugün) romanla Türk romanını karşılaştırdığımız zaman ne oluyor?», diye sorarak yazısını genç bir eleştirmen adayının bile yapamayacağı hafiflikte bir karşılaştırma ile noktalıyor: «Evet Türkiye’de roman var: Ne kadar futbol varsa o kadar. Umut verici çabalar bu gerçeği değiştirmiyor.»
Fethi Naci’nin asıl vurgulamak istediği, edebiyat eleştirisinde, toplumsal kaygıların rol oynadığı, toplumsal değeri olan bir yapıtta edebiyat değerine bakmamak durumu… Bu yargıya katılmamak elde değil. Ancak yazar bu söylediklerini öyle bir anlatımla sunuyor ki, kendisinin yeni vardığı bir gerçeğe, «… gerçekte büyük bir romancı, belki de en büyük Türk romancısı olduğuna inan»dığı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanları karşısında bütün bir Türk romanım «mahkûm» ettiği «gerçeğine» ruhsal olarak kendince bir özür ortaya koyuyor. Üstelik şu ya da bu açıdan değerli olmayan bir kitabı, yabancı yayımcının yayımlaması, yazarı ne denli pazarlama yeteneği olursa olsun, olası mıdır? Yazıdan çıkardığımız sonuç, Tanpınar’dan başka «edebi» değeri olan romancı yoktur, geri kalanların hepsi «toplumsal kaygılar gözetilerek» romancı kabul edilmiş bir takım yazarlardır. Yazar bir de 1900’de yayımlanan «Aşk-ı Memnu»yu «bugün bile okunan bir roman» olarak kabul ederek, 1900 ile Tanpınar’ın romanlarının yayımlandığı yıllar arasını ve sonrasını edebi roman bakımından kısır olarak görüyor. Bunu kanıtlamak için bir ölçütü de var: «Hangi Türk romanını okuduktan sonra bir kez daha okumak isteği duydunuz?». Zaman zaman yeniden okumak istediği romancıyı bulmuş: Tanpınar. Tanpınar’ın «romanlarındaki edebi roman yapısının şişirme dil özeni, musikinin abartılı önemi, geçmiş zamana duyulan ve bugünü geçmiş zamanla yorumlamaya kalkan romantizmi tartışılabilir. Tartışmak da her zaman yararlıdır. Ancak durup dururken yeni bir «Kemal Tahir olayı yaratmaya çalışmanın anlamı ne ola ki? Bir takım öznel değer yargılarını temel alıp bütün Türk romanını karalamanın anlamı ne? Hem de neden olarak, yalnızca kendisinin «yeniden okuma isteği»ni göstererek… F. Naci’nin «Hangi Türk romanını okuduktan sonra bir kez daha okudunuz» sorusuna ben okur olarak, hiç de beklediği yanıtı vermesem, «Sandığınız gibi Tanpınar’ı okuduktan sonra bir kez daha okumadım, kitaplığımın bir köşesine koydum, yıllardır öyle durup duruyor; oysa sizin R.N. Güntekin’den de kötü bulduğunuz bir romancıyı. O. Kemal’i, özellikle onun Bereketli Topraklar Üzerinde romanını bir kaç kez okudum» desem, ne diyebilir F. Naci? «Romandan ben anlarım, ben ikinci kez yalnızca Tanpınar okunur dediysem, öyledir» diyecek?
Garip bir yazı tavrı var F. Naci’nin. Sanki birileri (?) bir takım çıkarlar peşinde (?) değersiz bir takım yazarları (?) baş tacı ediyorlar, F. Naci de dayanamayarak adalet dağıtmaya kalkıyor. Neden böyle yapıyor, anlayamadım. Şimdi okur olarak ben, F. Naci’den Fakir Baykurt’un romanlarının neden «okunmaya değmez şeyler» olduklarını, Orhan Kemal’in romanlarının neden Reşat Nuri’nin romanlarının düzeyine (?) ulaşmadığını, Yakup Kadri’nin ve Halide Edip’in neden büyük romancı olmadıklarını incelemelerle kanıtlamasını bekliyorum, (not: bu iki yazarın «büyük romancı» olduğunu ileri sürmüyorum, ayrıca F. Naci’nin «büyük romancı» sözleriyle ne demek istediğini de anlamış değilim.)
«HEM DERSİNİ BİLMİYOR
HEM ŞİŞMAN HERKESTEN»
Yukarıdaki tartışma yazısını yazdıktan sonra, usuma F. Naci’nin Edebiyat Yazıları adlı kitabındaki «Hem Dersini Bilmiyor Hem Şişman Herkesten» başlıklı yazısı geldi. Yeniden okudum, neler demiş diye… Yazının girişinde yazar, edebiyat konusunda eleştiriler yapan romancılara çatıyor. Yazıyı okumayanlar için uzun bir alıntı yapayım «Sanat eserlerinin önceden saptanan kurallara göre yaratılmadığını, yaratılamayacağını en iyi sanatçıların bilmeleri gerekirken, bakıyorsunuz bir takım insanlar bir yandan şiir, hikaye ya da roman yazarlarken, bir yandan öteki şairler, öteki hikayeciler, öteki romancılar için kurallar koymaya kalkıyorlar. Bununla da kalmıyorlar, başlıyorlar yasaklar koymaya. Bir takım yazarları sevip sevmemekte kişileri özgür bırakmamak için «müeyyideler» getiriyorlar. Seversen alçaksın, hainsin!»
İmdi, insan merak ediyor: kimdir bu Hitler özentisi bir takım adamlar, kimdir bu edebiyat diktatörleri? Ad vermiyor yazar; bunlar bir takım üçüncü kişilerdir. Edebiyat Yazılarından iyi kötü bir şeyler öğrenmeye çalışan herhangi bir gencin kafasında eleştiri yöntemine değgin yanlış izlemler bırakıyor… F. Naci, bu yazıncılar eleştiri yazmayı bırakıp öykülerini, şiirlerini, romanlarını yazsınlar, eleştiri alanını bir takım «eleştirmenlere» bıraksınlar, diyor. Nedenini açıklamıyor!
Sürdürüyor yazısını F. Naci: «Kurallar, ardından yasakları getirir. Yasağın olduğu yerde, yaratma özgürlüğünün sınırlandığı yerde gerçek sanat eserinin, gerçek edebiyat eserinin kolay kolay ortaya çıkmadığı da bilinen bir olgu.»
Buradaki yargıya katılmak her aydının borcu. Yalnız, anlaşılmayan, biraz karanlıkta kalan kimi sözcükler, ilk görünüşte nesnel değeri olan yargıyı bir anda öznellik derecesine indiriveriyor. Yukarıdaki alıntıda geçen «yaratma özgürlüğü» ve «gerçek sanat eseri» ne demektir? Sözcükler içerdikleri kavramları bütünüyle açıklayabildikleri oranda, yazıda belirginlikten, açık seçiklikten söz edilebilir. Özgürlük sorunu sınıf sorunundan soyut olarak ele alınamayacağına göre yazar, F. Naci’nin anladığı anlamda zaten özgür değildir. Yazar, gerçekte, eytişimsel etkileşim içinde bulunduğu sınıfının (ve doğal ki sınıfının karşısındaki sınıfın) belirlediği koşullarla bağımlıdır. Bu durumda soyut bir yaratma özgürlüğünden söz açmak neyi açıklar? Her yazar, ya da geniş anlamda her sanatçı bize bir ileti (mesaj) vermek sınıfının gerçeklerini savunmak ve savaşımını bu konumda yapmak durumunda olduğuna göre, okuduğu bir yapıtı değerlendirme ve yargılama hakkını da kullanacaktır. Bu, soyut bir yaratma özgürlüğünü kısıtlama değil, somut savaşım alanında bir savunmadır. (Kuşkusuz, bu savaşım ve savunmalar sanatın gerektirdiği estetik çerçevesinde olur.) Şimdi biz, yukarıda alıntıladığımız sözlerinden dolayı F. Naci’nin yurttaşların eleştirme hakkını kısıtladığını, sınırladığını ileri sürebilir miyiz?
Yazar 1975’te yayımlanan bu yazısında, yukarıda sözünü ettiğimiz «Türkiye’de Roman Var mı?» adlı yazısında ele alacağı, edebiyat yapıtından öğretici nitelik beklemenin yanlışlığı konusuna değiniyor. Örneğin şunları söylüyor: «…edebiyatın dolaylı eğitimi başka şey, edebiyata basit, ilkel bir pedagojik görev yüklemek başka şeydir» ve «…ülkemizde edebiyatın siyasal amacını abartanlar, genellikle ikinci sınıf edebiyatçılar» (dır). Soruna soyut olarak bakıldığında doğrudur bu sözler. Ne var ki kolaylıkla, bu sözlerle savlı sanat, sanatçının kaçınılmaz olarak yapıtında koyacağı ileti (mesaj) de mahkûm edilebilir ve sanat basit bir dil ve estetik oyunu derecesine indirilebilir. F. Naci demek ki, ileti ve estetik olmak üzere iki yüzü bulunan yapıtı tek yanlı olarak yargılıyor. O zaman, «estetik yönü yetkin, ama yanlış bir iletisi bulunan yapıtı, önemli olan estetiktir, romandan pedagojik bir işlev beklemediğimize göre iletisi önemli değildir» mi demeli? Bu cümleye yanıt aramak gereksiz, çünkü yanlışlığı apaçık görünüyor.
SONUÇ
F. Naci yazılarında soyut birtakım verilerden yola çıkarak, belirsiz birtakım kişileri suçlama, onlara haddini bildirme yöntemini kullanıyor. Örneğin yukarıdaki yazısında geçen «romanın en güzeli», «şiirin en güzeli», «sanatsal yaratış», «daha güzel şiir», «ikinci sınıf edebiyatçı gibi her yöne çekilebilecek, kişiden kişiye değişebilen ölçütlerle yazıyor. Ölçütünüz, herkese göre değişebilen bir soyutluktaysa, koftur da… Dolayısıyla yazısında kimileyin söylediği doğru şeyler de güme gidiyor. Bu bilimsel olmayan kavramlar, yazıda belirginsizlik, kaypaklık yaratıyor. Eleştiriler sisli, birtakım üçüncü kişilere yönelik, sınırları değişken bir nitelik kazanıyor.
Bu tür eleştiriye olsa olsa «Toptancı Eleştiri» adı verilebilir. Ancak eleştirmenin böyle dedikodu havasıyla, nereye çekersen oraya gidecek, temelsiz yargılardan kaçınması eleştirisinin saygınlığı açısından zorunludur. F. Naci, 1977’de, uzgöreçte (televizyonda) Türk sanatını, yerli film ve fotoroman koşullaması içindeki binlerce kişinin izlediği bir izlencede tartışırken, bir önceki yıl içinde çıkmış yapıtları, yine tartışma yazılarında kullandığı yuvarlak sözcüklerle yoksamıştı. O tartışmanın «pedagojik» gereğini yerine getirmekten kaçınmıştı anlaşılan, ama yine aynı konuşmasında, bir sendikada eğiticilik görevi, yani pedagojik bir görev, yaptığını da söylemişti. Kimbilir, Demirtaş Ceyhun belki de tartışmalara neden olan yazısında bizde eleştiri ve eleştirmen olmadığını ileri sürerken, F. Naci tipi toptancı eleştiriyi ve toptancı eleştirmeni anlatmak istemişti belki de…
Kemal Bek
(Dönemeç — Ocak 1981)
***
Tartışmanın diğer yazıları:
Müjde Alganer’in yeni kitabı raflarda
Petek Sinem Dulun’un yeni kitabı çıktı
Nobel adayları arasında bir Türk şair