Öykü

Ayakkabılar

Aslında ölümün en soğuk yüzü, ölenin arkasından yapmak zorunda bırakılanlar… “Bırakanlar”, başta resmi kurumlar, bankalar, vergi daireleri, tapular, belediyeler olmak üzere; yapılanlarsa, kapatılan hesaplar, ödenen borçlar, sıfırlanan kredi kartları, noterler, verilen-alınan vekâletler, ödenen vergiler, harçlar, devralınan faturalar vb. Ardından akrabalar, dostlar, tanıdıklar ve çevrenin farklı beklentilerine uygun ritüeller. Bunları da mümkünse acının o en taze olduğu iki üç ay içinde yapma mecburiyeti. Helva kavurmak, dua okutmak, şeker dağıtmak, yedirmek-içirmek, yedisi, kırkı, elli ikisi.  

Ve en zoru: Geriye kalan eşyaları hayır kapsamında dağıtmak. En ilginci de ayakkabıyı kapının önüne koymak. Bir zamanlar içinde yaşayan ayaklar artık yok, diye insanların gözüne sokulan bir çomak gibi belki de en damardan en acıklı ritüel. Hayatın bir göz açıp kapayış sırasında geçtiğini yüzlere tokat gibi çarpan somut uygulama. Her niyeyse birkaç ağızdan, ayakkabılarını kapının önüne koydun mu? sorusunu duyup, evvelemirde yapılması gerekenler listesine ekledim. Koydum, demek için belki de. Görevimi yaptım, demek için. Koyayım da bir sürü ayakkabısı var hangisini koymalı? sorusunu kendime sormayı ihmal etmeden. Hiç giyilmemiş olanlar ne olacak? Ayakkabı da saklanmaz ki… durduğu yerde eskir, tabanı ayrılıverir gövdesinden. Birkaç kere denemiştim -ayakkabıların durduğu yerde eskidiğini bilirdim. Ancak kullanılırsa yaşarlardı, garip ama gerçek… Demek ayakkabıyı yaşatan içindeki ayaklardı. Belki de ayakkabıları da sahibi ile birlikte gömmeliydi. Deli derler ayol, yapılır mı bu? Yine de vermek en iyisi, diyen mantığımı dinleyerek onları “en ihtiyaç sahibi” olanlara vermeye karar verdim.

İhtiyaç sahipleri şöyle sıralandı: Sıklıkla alışveriş yaptığım bakkal, market ve kasapta günlük getir götürü yapanlar, apartman görevlileri, sitenin güvenlik görevlileri, eve temizliğe gelen gündelikçilerin eşleri, oğulları ve uzak akraba arasında maddi durumu iyi olmayanlar ile tanıdıkların ihtiyaç sahibi diğer tanıdıkları.

Verilecekler ise şunlardı: Gömlekler, ceketler, takım elbiseler, yazlık kışlık çeşitli renk ve modellerde kabanlar, montlar, pardösüler, trençkotlar, kot pantolonlar, giyilmemiş çamaşırlar, parfümler, saatler, takılar, tespihler, paketleri açılmamış bluzlar, mayolar, şortlar, spor kıyafetleri, spor malzemeleri… ve kapı önüne konulan bir çift ayakkabı dışındaki bütün diğer ayakkabılar!

Sırada bekleyen sorular ise dağınıktı: Kime neyi vermeliydi? O son moda düğmeli, tasarım ceketi kim giyerdi mesela? Ya da ayakkabı numarası bilmeden insanlara ayakkabı verilmesi anlamlı bir “hayır”a vesile olur muydu? Bu arada “hatıra” kapsamında istenen ama hayır kapsamına dâhil olmayan yakın akraba istekleri nasıl yönetilmeliydi? Abi’nin güzel bir tespihi vardı, hatıra olarak bana verebilir misiniz? Dayımın kol saatini hatıra olarak alabilir miyim? Bana ondan yadigâr küçük bir anı verebilir misiniz? Oğlumun en son giydiği gömleği bana sakla kızım… Sanırım bunlara bir formül uydurmak mümkün değildi. Bazı isteklerin yekten ve sorgulamadan yerine getirilmesi caizdi. Ya parfümler ne olacaktı? Onlar da durduğu yerde bozulurdu. Onları kime vermeliydi? Soruya anında verdiğim cevap şuydu: Kesinlikle etrafımda dolaşan birilerine verilmemeli! Koku insana geçmişi en derinden yaşatan bir hatırlatma nesnesi, diye beni uyaran zihnime, geçmişi unutmak mümkün müdür? sorusunu sorup pardon cevabını verip

Comprar diflucan Sin Receta

, devamlı hatırlatılmasını mı tercih edersin diye karşılık verişim… ve sonra kendime, geçmişi olmasa da onun bir zamanlar yaydığı esintiyi canlı tutan ve duyguları alabora eden, karşılığını verip bir karar aldım: Parfümler hiç tanımadığım birilerine gitmeliydi! Verirken ne diyecektim peki? Yarım şişe pahalı bir parfüm, hayır kapsamına girer miydi? Ya da onu kullanabilecek biri, yarım şişe parfümü sürerken ne hissedecekti? Peki, bu basit verme işlemi sırasında başkalarının duygularını bu denli hesaba katmak zorunda mıydım?

Amansız ve ayarsız sorularla, onların fütursuz ve zamansız cevapları arasında; işe öncelikle ayakkabılarla başladım… Spor ayakkabılar, makosenler, günlük şık yarı spor iskarpinler, gece ayakkabıları, yazlıklar, kışlık botlar… Hiç giyilmemiş, az giyilmiş, biraz giyilmiş, iyi kullanılmış, vermeye değmez, şeklinde sınıflandırarak.

Daha sonra ihtiyaç sahiplerini gözden geçirdim. Spor ayakkabılar için en uygun kitlenin oturduğum sitede bütün gün ayakta bekleyen ve nöbetleşe çalışan güvenlik görevlileri olduğuna karar verdim. Listeyi ve verme işlemini bin bir güçlükle bitirdiğimde, ayakkabılar beklemediğim kadar kolayca sahiplenilmişti. Sitenin güvenlik görevlileri ayakkabılar için kuyruk oluşturdu. Kendimce adil bir dağıtım yaptığımı düşündüm. Adil olmadığım tek bir kişi vardı!

Zaman içinde ayırdığım birkaç şey dışında bütün eşyalar o ya da bu şekilde yeni sahiplerine kavuştu. Belki de verdiklerimin kalitesi buna sebebiyet verdi, bu işler de demek böyle oluyor, eşyanın ne suçu var diyen karışık zihnimin sesleri eşliğinde,  hayatta kalamayana ait eşyaların bu denli çekincesiz kabul edilme potansiyeli karşısında şaşkındım.

Fark ettiğim belki de en önemli şeyse, hiçbir şeyi giymeden uzak bir ikbal için saklamamak, zulaya atmamak gerçeğiydi. O ikbal hiç gelmeyebilirmiş. O yüzden azla yaşamak belki de en anlamlısıymış. Oysa insan yaşarken geride bırakacağı anı yığıntısını hesaba katarak yaşamıyormuş. Benden sonra tufan duygusu, daha yaygınmış…

Bana bu tufandan geriye kalan ve en yaralayanı ise, güvenlik görevlilerinin yaklaşık iki yıl boyunca verdiğim ayakkabıları ayaklarından çıkarmamaları oldu. Onlarca ayakkabı, başka ayaklarla canlandı, dünyaya gelme amaçlarını sanırım sonuna kadar yaşadılar. Bense onlara bakarak, bu işlemleri bir daha yaparsam nasıl yapacağımı ama zaten mümkünse yapmak istemediğimi, kendime acı acı hatırlatarak, uzun bir süre bu “tanıdık” görüntülerle yaşadım. Ez cümle, bence çok ayakkabı almak hayırlı bir şey değilmiş. Masrafından yer kaplamasından filan değil, geride bıraktıklarınıza onları dağıtma acısını yaşatmamak adına. Maazallah her gün onları görme şiddetine maruz kalabilirler. Ve yasın da makul bir süresi olmalı… kendinize de adil olmayı unutmadan!

Yazar
Müjde Alganer
Ankara'da doğdu ve büyüdü. Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme bölümünü bitirdi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İnsan Kaynakları Yüksek Lisans bölümüne devam etti. Farklı bankaların, fabrikaların ve danışmanlık şirketlerinin insan kaynakları bölümlerinde çalıştı. Beyin avcılığı yaptı. İlk romanı, "Yedilemma" Sistem Yayınlarına bağlı Galata tarafından 2010 senesinde, "Var Olmak Yasaktır" adlı romanı ve "Ruj" isimli hikâye kitabı Goa Yayıncılık tarafından 2016 yılında ve üçüncü romanı "Ziziro" Artemis - Alfa tarafından 2019'da yayımlandı.

Bunları da beğenebilirsiniz

Bir Cevap Yazın